Menü

Bilim Adamları Ruhun Peşinde

30 Ocak 2017 - Bilimsel Konular

Seksenine merdiven dayamış olan Sir John Eccles, pek öyle ‘dede’ olup kenara oturacağa benzemiyor -hâlâ canlı ve hareketli- üstelik bilimin son üç yüzyıldır, insanın doğası konusunda düşündüklerine savaş açmış.

1963 yılının Fizyoloji-Tıp dalında Nobel Ödülünü alan Eccles, bu başarıya ‘sinaps’lar, yani sinir hücrelerinin birbirleriyle ilişki kurdukları noktalar üzerindeki çalışmalarıyla ulaştı. Şimdi de, eski dinsel bir inancı savunuyor gibi: İnsanın, fiziksel madde ile ele gelmez bir ruhun, bileşiminden oluştuğu yollu eski inancın…

Çağdaş nöro-fizyolojinin temel taşlarından birini yerine yerleştirmiş olan bu bilim adamı, şimdi, herbirimizde, ana karnındayken ya da doğduktan hemen sonra fiziksel beynimize “girmiş” maddesel-olmayan ve algılayan bir “benlik” olduğunu söylüyor. Bu, “zihin”, bizi insan kılan şeydir; insan olma niteliklerimizin hepsi -bilinç, özgür istem, kişisel kimlik, yaratıcılık, hatta sevgi, korku ve nefret gibi duygular, hep onun eseridir, Eccles’e göre. Maddesel olmayan benliğimiz, “aracısı” olan beyni yönetir; tıpkı bir sürücünün bir otomobili ya da bir programcının bir bilgisayarı yönettiği gibi. İnsanın bu hayaletimsi varlığı, Eccles’e göre, bilgisayara benzeyen beyin üzerine çok küçük, belli-belirsiz bir fiziksel etkide bulunur; sinir hücrelerinden (nöronlardan) bazılarını harekete geçmeye, “ateşlenme”ye, bazılarını da sessiz durmaya götürecek kadar bir etki. Bu yetmiyormuş gibi, Eccles, çoğunluk bilim adamları için en büyük saçmalık olan birşeyi de büyük bir cesaretle savunuyor: Bu maddesel-olmayan benliğin, fiziksel beynin ölmesinden sonra yaşamasını sürdürdüğünü…

Eccles, beden-zihin konusunda böylesine gürültü çıkaran görüşler öne sürmekte yalnız başına değil. Dünyanın birçok yerinde, nöro-fizyolojiden parçacıklar mekaniğine dek, çeşitli alanlarda çalışan bilim adamları, gözlerindeki at gözlüklerini çıkararak, ölümsüz bir insan ruhu, kutsal yaratı gibi bilim dışı sayılmış nesnelerle, en azından olanaklı şeyler olarak, yeniden ilgilenmeye başlıyorlar. Belirli konular üzerinde aralarında pek anlaşma bulunmadığı halde, bu âsi araştırıcılar, sıkı bir bilim anlayışı ile dinsel ya da metafizik inançları bağdaştırma çabasında birleşiyorlar. Bir başka ortak özellikleri de, en ‘bilimsel’ türünden de olsa, her türlü dogmatikliğe ve ezberciliğe düşman olmaları.

Eccles’in ölümsüz bir ruh konusundaki inancı, sağlam bilimsel bulgulardan yola çıkıyor, ama epey gayri-bilimsel bir itikata gelip dayanıyor. İnsanın kalıtsal yapısında 30 bin gen olduğunu söylüyor.

Buna göre, eğer kişisel biriciklik, belirli yapıda bir bedene sahip olmaktan ibaret olsaydı, bu kalıtsal yapı ıq 1010.000 (On üzeri onbin) tane farklı olanaklı benlik yaratacak bir kapasiteye sahip olurdu. Şöyle diyor Eccles: “Benim benliğimin biricikliği, beynimi kuran kalıtsal biricikliğe bağlı olsaydı, kendimde duyduğum biricik benliğimin varolabilme olasılığı 1010.000’de 1 olurdu. ” Gerçekten de uzak bir olasılık bu.

Eccles, kendi kişi olarak benliğinin böylesine zayıf bir pamuk ipliğine bağlı olduğuna inanmayı reddediyor. Tam tersine, kendi biricik benliğinin,dünyaya birçok farklı kalıtsal yapının içinde gelebilmesini daha olası sayıyor: “Ben, bambaşka bedensel ve zihinsel özelliklerle doğmuş olabilirdim; kadın olabilirdim, çok farklı niteliklerim olabilirdi, ama yine aynı ben olurdum.” Buradan da şaşırtıcı bir sonuca varıyor: “İnsan benliği kalıtsal yapıdan çıkmıyorsa, sonradan da edinilmiyorsa, nereden geliyor? Benim yanıtım şu: Kutsal yaratı. Her benlik bir kutsal yaratı ürünüdür.”

Eccles’in çok güçlü bir müttefiki var: Sir Karl Popper. Eccles ile birlikte bir de kitap yazmış olan, çağımızın bu en ünlü bilim felsefecisi, Eccles’in bütün temel görüşlerine katılıyor, bir tanesi dışında: Ruhun ölümsüzlüğü. Popper, bugün çoğunluk bilim adamlarının paylaştığı bilim anlayışının yaratıcısıdır: Bu bilim anlayışına göre, bir varsayımın bilimsel olabilmesi için, yanlışlanabilir olması gerekir; yani sınanabilir olması, bu sınamanın sonunda da bir bütün olarak reddedilebilme olanağını taşıması gerekir. Eccles, kendi görüşlerinin bu ölçüte uymadığını itiraf ediyor; ama şunu da ekliyor: Ortodoks bilim anlayışının temelinde yatan ‘yalnızca maddesel olan gerçektir’ görüşü de aynı niteliktedir; yani Popper’in bilimsellik ölçütüne uygun değildir. Dahası, Popper’in bu öğretisinin kendisi, gayri-bilimseldir. “Popper’in bilim kuramını sınamak için ne gibi deneyler yapılabilir ki?”, diye soruyor Eccles. “Alıp laboratuvara sokulabilir mi bu kuram? Yanıt: Hayır. Çünkü, bu bir bilimsel kuram değildir, metafiziktir.”

ATEŞ ALTINDA

Eccles ve Popper’in görüşlerinin bilim dünyasının çeşitli yerlerinden saldırıya uğraması şaşırtıcı değil herhalde. Ünlü bir bilgisayar uzmanına göre, bilimde bilinen hiçbir veri, bu görüşleri çürütmüyor, doğru, ama bu yeterli değil: Önemli olan, elimizdeki verilerin ‘böylesi maddesel- olmayan nesneler varsaymamızı gerektirip gerektirmediği. Uzmanın yanıtı kısa: “Hayır!”

Saldırıya bilim felsefecileri de katılıyor. Kimi Eccles’in bilgisayar ve bilişim bilimlerindeki son gelişmelerden haberi olmadığını, kimi de böyle bir görüşün bilimin gelişmesine engel olacağını söylüyor.

Ama asıl şaşırtıcı olan, Eccles ve Popper’i eleştiren birçok nöroloji uzmanının kendilerinin de beyin-beden sorunu konusunda, onlara çok benzer görüşlere sahip olmaları. Örneğin,bunlardan biri, bilinçli benlik ile fiziksel beyin arasındaki ilişkiyi, bir matematik denklemi ile bir bilgisayar arasındaki ilişkiye benzetiyor. Nasıl, bir denklem, fiziksel olmayan birşey olduğu halde, bilgisayarın işlemlerini bir anlamda belirleyebiliyorsa, benlik de beynin fiziksel işleyişini belirliyor: Buradan da “özgür irade” konusu ortaya çıkıyor. Bu bilim adamı, “insansal denklem”in, üzerinde bulunduğu beynin ölümünden sonra da varlığını sürdüreceği düşüncesini bile pek aykırı görmüyor.

Beynin yarı kürelerinin (loblarının) karşılıklı işlevleri üzerine yaptığı araştırmalarla 1981 Nobel Ödülünü alan bir başka nöro-biyolog, Roger Sperry, benliğin insan beyni gibi karmaşık, tabaka düzenler oluşturan yapılarda bulunan maddenin bir özelliği olduğunu söylüyor. Buna göre, beyin bir bütünlüklü sistem olarak kendi kısımlarını denetleyebiliyor, oysa içinde bulundurduğu on milyon nöronun salt mekanik-fiziksel ilişkileri, böyle bir toplu denetimi sağlayacak nitelikte değil. Bu bilim adamı da Eccles ve Popper’i eleştiriyor: “Doğa-ötesi varlıkların gerçekliğine, fizik-dışı bedensiz eylem kaynaklarına” inandıkları için, “dualist” oldukları, yani iki türlü varlık çeşidine, maddenin yanında bir de maddi-olmayan ikinci bir varlık tarzına inandıkları için.

Eccles’in bu suçlamaya verdiği bir karşılık, bir de gülümseme var: Bu eleştiricilerin de aslında dualist olduklarını, bunun farkında olmadıklarını söylüyor.

Öte yandan, beyin üzerine sahip olunan bütün bilimsel bilgilerin maddecilikle tutarlı olduğunu çoğunluk bilim adamları kabul ettiği halde, bazı fizikçiler, parçacıklar fiziğinde ortaya çıkan ve fiziksel gerçekliğin yapısı konusunda yeni bilgiler sağlayan bazı sonuçların, Eccles ve Popper’i desteklediğini söylüyorlar. Kaba maddeyi harekete geçirebilecek maddesel-olmayan bir zihnin varlığı…

“RUH ÇAÐIRMA DERNEKLERİ”

Bu sonuçlar, 1930’larda, yeni oluşmakta olan parçacıklar fiziğine sağlam bir matematiksel temel sağlayan ünlü von Neumann’ın görüşleriyle başlıyor. Bütün fizikçiler. John von Neumann’ın sisteminin güçlü denklemlerini benimsedikleri halde, çoğu, bu matematiksel sistemin arkasında yatan felsefî görüşlere boşverdiler. Bu görüşleri ciddiye alanlar ise, çeşitli okullar oluşturdular. Bir okula göre, Neumann’ın matematiksel sistemi, fiziksel gerçekliğin aslında insan zihninin yarattığı birşey olduğunu, sahici gerçekliğin düşünce olduğunu gösteriyor. Bu okulun en aşırı temsilcilerinden biri, 1939 yılında yayınlanan ünlü bir çalışmada şöyle yazıyor: “Belki de bilim topluluğu, hayali varlıkları inceleyen bir tür ruh çağırma derneğidir; belki de fiziğin incelediği nesneler, gözlemcinin kendi yarattığı hayaletlerdir.” Başta Einstein olmak üzere bazı bilim adamları ise, böyle sonuçlara yol açtığına göre parçacıklar kuramında temel bir bozukluk olması gerektiğini düşündüler.

Ama, uzun zaman, Neumann’ın düşüncelerinin tam bir açıklaması yapılmadı; laboratuvarlarda fısıltılar ve karmaşık teknik kitaplarda gizli satırlar olarak kaldı. 1960’larda, Neumann’ın dostu ünlü fizikçi,1963 Nobel Fizik Ödülü’nün sahibi Eugene Wigner, Neumann’ın düşüncesini; insanın, maddeyi etkileyebilen bir maddesel-olmayan bilince sahip olabileceği düşüncesini, açıkça ortaya koyarak kamuoyuna mâl etti.

Wigner’e göre, parçacıklar kuramından fiziksel gerçeklikle ilgili çok garip bir sonuç çıkıyor. Örneğin, hiç kimsenin bulunmadığı bir ormanda bir ağaç devrilirse, ağaç o andan başlayarak hem dik hem de devrik olmak üzere, iki durumda aynı anda ‘varoluyor’; parçacıklar mekaniğinin temel denklemlerinden olan Schrödinger dalga fonksiyonu formülü de, ağacın bu ‘şizofrenik’ durumunu anlatıyor. Ama ormanda gezen birisi ağacı görünce, onun gözleme edimi sonucu, ağacın Schrödinger fonksiyonu “yıkılıyor”, tek bir fiziksel gerçeklik haline dönüşüyor. Ağacın atomları, gerçeklikte, dik duran ağaç ya da devrik ağaç durumlarından birini “seçiyorlar.”

Neumann’ın yorumunda, insan beyni gibi kendisi fiziksel olan bir gerçekliğin başka bir nesnenin Schrödinger fonksiyonunu ‘yıkmak’ yeteneğine sahip olabilmesine yer yok, çünkü bu ancak bir gözlemde bulunma sonucu olabilecek birşey. Gerçeklik, kendi başına, yıkılmayı bekleyen üst üste yığılı domino taşları gibidir. İnsanlar, sürekli olarak bu işi yaptıklarına, yani etraflarındaki nesneleri algılarken, onların fiziksel gerçekliklerinin Schrödinger fonksiyonlarını ‘yıktıklarına’ göre, demek ki her insanda, madde üzerinde etkide bulunabilen bir maddesel olmayan bilinç vardır.

Bazı fizikçiler, Neumann’ın mantığını daha da ileriye götürerek, bunun ESP (duyum-ötesi algı) için bir temel oluşturabileceğini öne sürüyorlar. Bu iş için de, parçacıklar kuramının bir başka gizemli paradoksuna, Einstein-Padolski-Rosen (EPR) paradoksuna başvuruyorlar. Einstein ve arkadaşları şunu göstermişler: Parçacıklar fiziğine göre, bütün fiziksel özellikleri özdeş olan iki ikiz parçacık yaratılsaydı ve bir bilim adamı bunlardan birisini inceleseydi, bu gözleme edimi, aynı anda evrenin bir başka ucunda da olsa öteki parçacığı da etkileyecektir. Ama, öte yandan, aynı kurama göre, bu etkileşim alış-verişi ışık hızından daha hızlı olamaz. Bilim adamları bunun da çözümünü şurada arıyorlar: İki parçacık belirli bir anda ışık hızından daha hızlı ‘haberleşemeseler’ de, zaman içinde, geriye doğru fiziksel olarak dokunma halinde bulundukları ile yaratılış anına geri giderek ‘haberleşebilirler’.

Bu garip görüşü denemek için de, garip bir deney düşünüyor bir bilim adamı: Telepati gücüyle fiziksel nesneleri hareket ettirdiğini savlayan bir ‘medyum’u laboratuvara sokarak, EPR’yi onun üzerinde deneyecek.

Bütün bunlardan hiçbir sonuç çıkmasa bile, bilimin yıllardır (belki de bilinçsizce) kabullendiği dogmaları sarsmak, yine de önemli kılıyor bu düşünceleri. Şöyle diyor Eccles: “Söylediklerimin kesin doğru, sanki vahiyle inmiş şeyler olduğunu savlamıyorum. Herşeyi tartışmaya da, kuşkuya da açık tutuyorum. Her bulduğum kapıyı açıyorum ve açık tutuyorum, çünkü, bilinmeyenin içinde kaybolup, yolunu bulmaya çalışan biriyim ben -hepimiz öyle değil miyiz?”

BİLİMİN ZIRVALARI

Tarih boyunca, birçok büyük bilim adamı, olmayacak işlerle uğraşmışlardır. Kepler profesyonel bir astrologdu, yıldız falı açardı. Newton, başka madenlerden altın ve gümüş elde etmeye çalışmıştı. Logaritmanın mucidi John Napier, ‘Vahiy’ konusunda, budalalık örneği sayılan, ipe-sapa gelmez bir yorum getirmişti.

Liste uzayıp gidiyor: Uranüs gezegenini bulan William Herschel, güneşin alev alev görünen yüzeyinin bir atmosfer olduğuna; bu atmosferin altında karanlık, serin ve üzerinde yaşanabilir bir gezegen bulunduğuna inanırdı. Önemli bir kimyacı olan Robert Hare. ölülerle haberleşmek için bir araç icat etmişti. Astronom Percival Lowell, Merih’te kanallar gördüğünü ileri sürerdi. Fizikçi Wilhelm Weber ile çağdaş evrim kuramının öncülerinden Alfred Wallace ruh çağırırlardı. Fizikçi Sir Oliver Lodge, psişik araştırmaların ateşli bir savunucusuydu.

Bu listeyi bildiğimden, bu işe şaşmıyorum; hattâ, tersine, büyük bilim adamları, benim gibi daha küçüklere akıl-dışı gelecek spekülatif düşüncelere tutulmaktan birdenbire vazgeçselerdi, asıl buna şaşardım.

Ama ne yazık ki, bu spekülatif kuramların çoğu, herhangi bir akla-yakın yolla denenemeyecek, başka bilim adamları için inandırıcı olmayan kanıtlamalarla desteklenen kuramlar oluyor. Aslında, bütün bu ateşli hayalciler arasında, belirli bir görüş üzerinde anlaşma da olmuyor. Her biri, ötekileri akıl-dışı sayıyor.

Tabiî ki, bu görünürde saçma görüşler sonradan silkelenince, içlerinden deha kırıntıları dökülmesi olanaksız gibi değil. Böyle şeyler daha önce de görülmüştür. Ama, korkarım, bu kırıntılar pek az ve pek seyrek.

Büyük bilim adamlarının da olsalar, saçma görünen düşüncelerin büyük çoğunluğundan sonunda çıkacak olan yine saçmalıktır…

Bilim Dergisi – Mart 1983

(65)