İskender, İÖ 323 yılında Babil’de öldüğünde hiç kuşkusuz cesedinin Aegai’de (günümüz Kuzey Yunanistan’ında Vergina)
Makedonya krallarının geleneksel kraliyet mezarlığında gömüleceği umuluyordu. Babil’de cesedi yakılmak yerine tahnit
edildi.
Selefini gömmek yeni kralın yasal hakkı olduğu için imparatorluğunda hak iddia edenler, onun yerine geçme mücadelesine
girince, bir iktidar mücadelesinin odak noktası oldu. İskender’in Batı Mısır çöllerinde Zeus Ammon’un kehanet ocağı olan
Siwa’da gömülmek istediği söylenir, İskender’e orada kendisinin “Ra’nın oğlu” olduğu, yani Zeus Ammon’un oğlu olduğu
söylenerek iltifat edilmişti.
Bu tanrının özelliği olan koç boynuzları bundan sonra kimi zaman İskender’in çeşitli tasvirlerine eklenmiştir. Siwa’da
gömülmek onun gerçek isteği miydi, yoksa ölümünden sonraki propaganda savaşı için o günlerde uydurulmuş bir hikâye miydi,
bunu asla kesinlikle bilemeyeceğiz.
Sonunda İskender’in cesedini kazanmayı başaran Mısır hükümdarı Ptolemaios Soter (İÖ 304-284) oldu: Soter Şam’a gitti ve
burada cesedi Babil’den göndermekten sorumlu satrap Arrhidaeus’la görüştü. Herhalde burada büyük paraların el
değiştirmesinden sonra, cenaze alayının rotası tamamen değiştirildi ve ceset Makedonya’ya değil de Mısır’a doğru yoluna
devam etti.
İskender’in son istirahatgâhının ayrıntılarını değil de, yapımı iki yıl süren gayet süslü cenaze arabası hakkında daha çok
şey biliyor olmamız da tarihi açıdan garip bir tecellidir. Sicilyalı tarihçi Diodoros, yazdığı tarihinde, ÎÖ 1. yüzyılda
görgü tanıklarının ifadelerine dayanarak, arabanın gayet ayrıntılı bir tarifini bırakmıştır.
Bundan sonra olanlar tam olarak bilinmemektedir. Bir tarihi geleneğe göre İskender’in cesedi İskenderiye’ye gönderilmeden
önce Memphis’e götürülmüştür. Kısa bir süre için de olsa Memphis’de toprağa verilmiş olması akla yatkın görünmektedir.
Ancak İskender’in cesedi konusundaki başlıca kaynaklarımız olan Diodoros ve Strabon, Memphis’ten söz etmedikleri için
kaynaklardan biri olan Curtius Rufus’un, bunun “birkaç yıllığına” olduğu iddiası sorgulanabilir.
İskender’in cesedi Ptolemaios Soter’in hükümdarlığının sonu gelmeden çok önce İskenderiye’ye taşınmış ve burada altın bir
tabut içinde sergilenmiştir. Ancak bu İskender’in son istirahatgâhı olmayacaktı. Ptolemaios Soter’in haleflerinden
Ptolemaios Philopator’un (ÎÖ 221-205) Ptolemaios hanedanı için yaptırdığı Sema ya da Soma (kaynaklar iki adı da
vermektedirler) mozolesinde Ptolemaios’un Mısır hükümdarları olan seleflerinin yanı sıra İskender’in cesedi de bulunuyordu.
Bu anıt İskender’in İskenderiye’deki özgün istinatgahının çevresinde inşa edilmiş olabilirse de, oraya yakın yeni bir yerde
de kurulmuş olabilir. Bu durumda İskender’in ilk gömüldüğü yer çok geçmeden unutulmuş olacaktır. Ancak İskender’e o zaman
bile rahat verilmemişti: X. Ptolemaios (İÖ 107-88) altın tabutu çalıp yerine ak mermerden bir tabut bıraktı.
Mezarın son kayıtlı ziyaretçisi 215 yılında Roma imparatoru Caracalla idi. Anıt 273 yılında İskenderiye’de başgösteren
ayaklanmalar sırasında muhtemelen imha edilmiştir. Bu olaydan yüz yıl sonra İskenderiye’yi ziyaret eden piskopos John
Chrysostom mezarın yerinin bile unutulmuş olduğunu yazmıştır.
Bugün, İskender’in mezarına ait hiçbir ize rastlanılmamaktadır ve mezardan kalan da herhalde çağdaş İskenderiye’nin altında
kalmıştır. Ama mezarın nerede olduğunu yaklaşık olarak biliyoruz: Strabon, bunun doğu limanın yanında krallık
ikametgâhları, tapınaklar ve büyük parklarıyla “Saraylar” olarak bilinen bölgede olduğunu belirtmektedir.
İskender’in mezarının da kentin bu kuzeydoğu semtinde denize yakın ya da deniz kenarında olması mümkündür. Ancak elimizdeki
yazılı kaynaklarda görünümü ya da boyutları hakkında açık bir ipucu yoktur ve mezarı, kentin, kilden yapılmış süslü
lambaların üzerindeki küçük temsili resimlerinde tespit etmek pek inandırıcı değildir.
Latin şairi Lucanus’un birinci yüzyıldan kalma bir şiirinde, cesedin bir yeraltı odasında bulunduğu belirtilmektedir.
Lucanus mezarın biçim olarak piramite benzer olduğunu ima ediyorsa da, bundan inandırıcı hır görünümünü çıkarmak mümkün
olamamıştır.
İskender’in mezarının o zamanki mozolelerde kural olduğu gibi (bunların en ünlüsü Türkiye’de Halikarnassos’ta [Bodrum’da]
bize “mozole” sözcüğünü veren Kral Mausolus’un mezarıdır) kare ya da dikdörtgen olup olmadığını ya da dairevi biçimiyle
geleneklerden ayrılıp ayrılmadığını bilemiyoruz.
Lucanus’un arkeolojik dilde dairevi bir mezar (genelde üzerinde toprak bir höyük vardır) anlatmak için kullanılan tümülüs
sözcüğünü kullanmış olması, İskender’in mezarının mutlaka daire biçimli olduğunu kanıtlanamaz: Şiirlerde bu sözcük,
tanımlamalardaki doğruluk yerine kafiye ya da vezin ihtiyacı için de seçilmiş olabilir.
Gerçek şu ki, İskender’in mezarının biçimi ve süslemeleri hakkında bugün hiçbir gerçekçi fikre sahip değiliz ve bu anıtı
görmüş ya da ondan etkilenmiş olanların eski çağlarda mutlaka var olmuş olması gereken yazılı metinleri de, ne yazık ki
günümüze kadar ulaşmamıştır.
Somut kanıt olmaması karşısında varsayımlara gitmek zorundayız. Kuzey Afrika’da Mısır dışında günümüze kalan en önemli Roma
öncesi anıtlar hiç kuşkusuz Numidialı kral ve prenslerin Cezayir’de Siga, Tipasa, Constantine ve Batna ile Tunus’ta
Dougga’daki örneklerdir. Bunların hepsi Yunan Helenistik dünyasıyla yakın ilişkileri gösterirler ve hemen hemen hepsinde
görülen dört eşit olmayan parçaya bölünmüş yüksek sahte kapı, Makedonya mezar mimarisinde çok yaygındır.
Bu Numidia mezarlarının en büyüğü ve en etkileyicisi Batna yakınlarındaki Le Medracen dairevi mozolesi (çapı 59 metre) ve
Tipasa yakınlarındaki “Hıristiyan Kadının Mezarı” olarak bilinen (sahte kapı üzerindeki bölme çizgileri nedeniyle
yanlışlıkla böyle adlandırılmıştır) ve çapı 63 metre olandır. Birincisi daha eski olup İÖ 200 ila 150 yılları arasında
yapıldığı tahmin edilmektedir.
Tipasa mezarı ondan yüz yıl sonra yapılmıştır. Le Medracen vahşi ve ıssız bir doğanın ortasında tek başınadır ve onun ait
olması gereken yerleşim yeri günümüze kadar tespit edilebilmiş değildir. Şu anda bu dairevi Numidia mezarlarının Akdeniz
dünyasında öncüleri yoktur. Her ikisi de İskender’in mezarının bilinen iki unsurunu taşımaktadır: Anıtın dışında başlayan
bir geçitle erişilen bir yeraltı mezar odası ve piramit biçiminde bir çatı.
Bunlardan her ikisinde de İskender’in İskenderiye’deki mezarının model olarak alınmış olması mümkün müdür? Yunan dünyasının
Mısır’a en yakın yeri olan Cyrenaica’da (Doğu Libya’da) geç Helenistik dönemde daire şeklinde mozolelerin ortaya çıkması
bir rastlantı mıdır?
Augustus’un Roma İmparatorluğu üzerinde hâkimiyetini pekiştirmeye çalıştığı dönemde hanedan emellerini ifade için kendisine
İÖ 28 yılında Roma’da Campus Martius’ta daire biçiminde bir mozole inşa ettirmiş olması da bir rastlantı mıdır? Bu mozole
ondan sonra Roma dönemi boyunca aristokrat seçkinlerin gösterişli mezarlarına model olmuştu.
Daire biçimi Roma’daki Hadrianus mozolesinde (Castel Sant’Angelo) ve Ravenna’da Theoderic’in mezarında görülür. Çok daha
sonraları, 18. yüzyılda, bu model Yorkshire’da Howard’da ve Lincolnshire’da Brocklesby’deki mükemmel örnekler gibi
Avrupa’nın başka yerlerinde görkemli aile mozoleleri örnekleri olarak yeniden keşfedilmiştir.
Şu halde İskender’in İskenderiye’deki mezarının daire biçimli olduğu ve önce Numidialı kralların ve sonra da Augustus’un,
ünlü seleflerinin mozolesini örnek aldıkları varsayımı ileri sürülebilir. İskender’ in mezarının ya serbest ya da birbirine
bağlı sütunlarla çevrili olduğunu (Le Medracen ve Tipasa’da olduğu gibi) ve heykel bakımından da zengin olduğunu tahmin
edebiliriz. Ama bütün bunlar somut kanıtlardan yoksundur.
Son zamanlarda Achille Adriani tarafından İskenderiye’deki doğu mezarlığında ak mermerden yapılma basit bir mezarın
İskender’in mezarı olarak gösterilmesi girişimi inandırıcı değildir. Ancak arkeologlar gerçek mezarın kalıntılarını çağdaş
İskenderiye’nin altında (bir rastlantıyla) bulana kadar, bu olağanüstü insanın son istirahatgâhının neye benzediğini asla
öğrenemeyeceğiz.
(18)