Menü

Ezoterizm Tarihi – 07

30 Ocak 2017 - Ezoterizm Tarihi

Kaynak : EZOTERİK – BATINİ DOKTRİNLER TARİHİ
Cihangir Gener

VI. BOLÜM

ANTİK YUNAN EZOTERİZMİ: PİSAGOR – EFLATUN

Günümüz uygarlığının temel iki beşiği olan Mısır ile Yunan uygarlıkları arasında, uzun bir süreç içerisinde büyük bir

etkileşim meydana gelmiştir. Bu etkileşim daima tek taraflı, yeninin eskiden, öğrencinin öğretmemden alması gibi,

Yunanistan’ın Mısır’dan etkilenmesi şeklinde gerçekleşmiştir.

Yunan uygarlığının kurucularından Örfe ile, uygarlık yolunda çok önemli birer taş olan Euclides, Çiçeron, Pisagor ve Eflatun

gibi felsefe okulu ve din kurucuları hep Mısır’ın o ünlü mabedinde, “Osiris Mabedinde” inisiye edildiler. Günümüz uygarlığı

üzerinde özellikle son ikisi son derece etkili olmalarına rağmen, Pisagor ve Eflatun okullarının temellerinde Orfeik inanç

yattığı için bu ilk ünlü Yunanlı inisiyeye değinmeden geçemeyeceğiz.

Tufandan sonra çok büyük bir gerileme yaşayan insanoğlu, yeniden başlamak zorunda kaldığı için ilkel kabileler dönemini bir

kez daha yaşadı. Dönem, anaerkil bir dönemdi ve dolayısıyla bu kabilelerde hakimiyet kadınların elindeydi. Mu dininde

Tanrının dişil yönünün sembolü olan “Ay”, kadınların yönettiği bu toplumlarda baş tanrıça sıfatına yükseltildi (1). Dinsel

yozlaşma neticesinde kimi yerlerde güneş tanrı için insanlar kurban edilirken, bu kez de ay tanrıçası için insan kurban

edilmeye başlandı.

Yunanistan’da ay tanrıçasına tapınımın geçerli olduğu Baküs dini ile, güneş tanrısına tapınımın ön planda tutulduğu Apollon

dini taraftarları arasında sürekli bir çatışma yaşanıyordu. Aslında savaşın gerekçesi, düzenin anaerkil mi, ataerkil mi

olacağı idi.

Apollon kelimesi, Fenike dilinde “Evrensel Baba” anlamına gelen “Ap Ölen” den türetilmiştir (2). Apollon’un ilk kez Anadolu

topraklarında ortaya çıkmış olması da (3) onun Fenike ile, dolayısıyla da diğer güneş kültlerinin bir nevi merkezi durumunda

olan Babil okulu ile bağlantısını göstermektedir. Ayrıca, Apollon’a ithafen yapılan “Delf’ mabedinde inisiasyon töreninin

ilkel bir biçiminin uygulanması da, bu bağlantının bir diğer delilidir.

Örfe, Apollon’a adanmış Delf mabedinin bakire rahibelerinden birisinin oğludur. Bu mabette görevli rahibelerin bakire olması

zarureti, söz konusu rahibenenin tanrı Apollon’dan hamile kaldığı iddiasını ortaya çıkartmıştır ki, aynı yöndeki iddia diğer

birçok dini inanışta da akislerini bulmuştur.

M.Ö. 700’lerde Yunanistan’da Apollon inanırları azınlıktaydı. Çoğunluktaki Baküs taraftarlarınca yok edilmek üzereydiler.

İşte bu ortamda Örfe Yunanistan’dan kaçtı ve Mısır’a geçerek, Osiris rahiplerine sığındı. Burada inisiye edilen ve Osiris

rahipleri arasında 20 yıl geçirerek sırlar öğretisini alan Örfe, Apollon dinini ihya etmek ve ona yeni bir çehre vermek

göreviyle ülkesine geri gönderildi.

Osiris’in Atlantis’de yaptığı gibi güçlü kişiliği ve bilgeliği sayesinde kısa sürede çevresine birçok yandaş toplayan Örfe,

Baküs dini yandaşlarını yendi. Ancak, Örfe kendi dinini öğretirken Mısırlı rahiplerin yöntemini kullandı ve öğretisini

varolan inançlar üzerine, bu arada Baküs dini üzerine kurdu. Bunun sonucu olarak ortaya çok tanrılı Zeus ve Diyonizos dini

çıktı.

Orfeik öğretiye göre, tüm tanrıların en büyüğü olan Zeus, tüm evrenin kendisinden var olduğu Tanrıdır. Diyonizos ise onun

oğlu, yani tezahür etmiş İlahi Kelamdır. Bir diğer adı ile, Horus’dur. İnsanlar Diyonizos’dan birer parçadır. İnisiyeler

ise, insanoğlunun Hermes’leri, yani ikincil tanrılarıdır. Örfe, “Tanrılar bizde ölür, bizde dirilir” der. Yeniden doğuşa

inanan Örfe gerçek Tanrının tek, ancak ikincil tanrıların sonsuz sayıda ve çeşit çeşit olduklarını söyler. Orfe’ye göre yarı

tanrılar, Kamil İnsan statüsüne erişerek yeniden doğuş zincirinden kurtulmuş ilahi ruhlardır.

Örfe, Menfis’de öğrendiklerini aynen uygulamış ve yandaşlarından uygun gördüğü kişileri seçerek onları inisiye etmiş,

böylece kendi okulunu kurmuştur (4).

“Evohe” kelimesi Orfeik inisiyelerin parolası haline gelmiştir. Mısır’da “İod-He Vau He” şeklinde telafuz edilen kelimenin

Musa tarafından kulanılış biçimine daha önce değinmiştik. Burada İod’un Osiris’i, He Vau He’nin de İsis’i temsil ettiğini

hatırlatmakla yetinelim. Aynı kutsal kelimeyi Pisagor da parola olarak kullanmıştır.

Bu arada, aynı dönemlerde tıpkı Orfeik inanç gibi, mesleki kuruluşlar da Mısır yoluya Yunanistan’a girdi. Adları, Hermes’e

atfen “Hetairies” (5) olan bu kuruluşlar inisiyatik yöntemle üye alırlardı. Hermes’i pirleri olarak kabul eden ve ona üç

defa ulu anlamında “Trimejit” sıfatını layık gören bu kuruluşların yandaşları kendilerini “Diyonizos İşçileri” olarak da

çağırmaktaydılar. Bugün hayranlıkla izlenen Antik Yunan eserlerinin ve İyonyen başlıklı sütunların altında bu taşçı

üstadlarının imzası vardır.

Bu kuruluşların üyelerine Diyonizos İşçileri denilmesi, onların Orfeik inançlarının bir göstergesidir. Birbirlerini tanımak

için gizli kelime ve işaretlerden yararlanan Diyonezyen işçilere, işlerini rahat görebilmeleri için Solon Kanunları ile

birçok imtiyazlar tanınmıştı. Kökeni Antik Yunan’a, belki de Mısır’a kadar inen bu imtiyaz tanınması geleneği, ortaçağda

Hristiyan Avrupası’nda da devam etmiş ve Masonluğun varlığın sürdürebilmesine imkan tanımıştır.

Orfe’nin Diyonizos’u, Apollon’dan başkası değildir. Güneş tanrısı olan Apollon, Işıktır. Tanrısal Nur’dur. Apollon’a ithaf

edilen Delf mabedinin kapısında “Kendini Bil” ibaresi yer almaktadır. Dört Dorik sütun üzerindeki üçgen bir çatıdan oluşan

Delf mabedi, Ezoterik öğretinin temellerini bünyesinde barındırmaktadır. Mabedin üzerine inşa edildiği dört sütun Mu

dinindeki dört büyük yaratıcı gücün, Mısır ve Kabala Ezoterizmlerindeki dört temel elemanın simgeleridir. Bu dört sütun aynı

zamanda, insanın var olduğu fiziki ortamı, dünyayı ve Mikrokozmos’u temsil eder. Dört sütunun üzerindeki, ucu yukarı, yani

Tanrıya dönük olan üçgen tavan ise, insanın ulaşmaya çalıştığı Tanrının yani Makrokozmos’un sembolüdür. Çatının üçgen olması

Tanrısal üçlemeyi, eril ve dişil peresiplerle, Kutsal Kelamı yani oğulu ifade eder.

Orfe’nin ölümünden sonra, kendilerini gizlemeyi başarmış olan eski Baküs dini yanlıları ortaya çıktılar ve Orfeik inançların

yok olmasını sağlamak için ellerinden geleni yaptılar. Örfe karşıtlarının bu sistemli çalışmaları meyvasını o denli verdi

ki, bir süre sonra “Örfe” adı dahi efsanevi bir varlığın adı haline geldi. Günümüz Antik Yunan araştırmacıları bile Orfe’nin

yaşayıp yaşamadığından emin değildirler.

Bu sistemli yok etme girişimi neticesinde Diyonizos mabedi büyük ölçüde gerilerken, Apollon’a ait olan ve zaten Orfe’den

önce de varlığını sürdürmekte olan Delf mabedi ayakta kalmayı başardı. Diyonizos rahipleri, Apollon rahipleri hüviyetine

büründüler ve kendilerini çok tanrılı sistemin rahipleri gibi gösterirken, bir yandan da Orfeik inisiasyonlara gizlice devam

ettiler.

İşte bu ortamda, Orfe’den iki yüzyıl sonra, M.Ö. 570’de doğan Pisagor (6), Delf mabedinde inisiye edilerek, Ezoterik doktrin

dünyasına ilk adımını attı. Orfeik öğretiyi tamamiyle öğrenen Pisagor bununla yetinmedi ve sırlar öğretisini aynı Örfe gibi,

kaynağından öğrenmeye karar verdi. Genç yaşta Menfis’e giden ve Ezoterik doktirin hakkında bilgisinin zaten var olduğu

Mısırlı rahiplerce görülen Pisagor’un Osiris kardeşlik örgütüne kabulü de kolay oldu (7). Burada 22 yıl kalan ve Osiris

dininin en gizli sırlarını da öğrenen Pisagor’un dikkatini özellikle sayıların Ezoterik kullanımı çekti. Pisagor, ileride

oluşturacağı sistemin öğrencilerince daha iyi anlaşılması için bu yöntemi kullanmaya karar verdi.

Mısır’ın, Babil kralı Kambiz tarafından işgalinden sonra Pisagor, diğer birçok Menfis’li rahiple birlikte Babil’e götürüldü.

Esir olarak getirilen bu rahipler, yozlaşmış olmasına rağmen asırlardır varlığını sürdüren Babil okulu için de taze kan

oluşturdular. Diğer rahiplerle birlikte Babil okuluna kabul edilen Pisagor burada, hem bu okulun farklılaşmış öğretilerini

hem de Babil’in Persler tarafından işgali sırasında resmi din olarak kabul edilmiş bulunan Zerdüşt dinini inceleme fırsatı

buldu. Babil’de bulunduğu sırada bir kez Hindistan’a, bir kez de Kudüs’e seyahat eden Pisagor Hindistan’da Kadim “Rama”

dininin öğretilerini savunan “Gimnosophistler”le, Kudüs’te de Kabbalaclarla temas kurdu. Mistik sayı tekniğinin Kabbala’daki

yorumunu da inceleyen Pisagor Babil’de 12 yıl kaldı. Daha sonra, Babil okulundan kardeşi olan, kralın özel doktoru Demodes

adlı bir inisiyenin özel girişimleri ile kraldan özgürlüğünü elde etti ve ülkesinden ayrıldıktan 34 yıl sonra Yunanistan’a

döndü.

Pisagor Yunanistan’da ilk iş olarak, Mısır’a gitmek üzere ayrıldığı Delf mabedine geldi. Delf rahiplerine Mısır ve Babil’de

öğrendiklerinin bir sentezini sunmaya çalışan Pisagor, Ezoterik doktrininin sadece Mısır ekolünü tanıyan Apollon rahiplerine

kendi yorum ve fikirlerini kabul ettirmekte güçlük çektiği için bir yıl sonra İtalya’ya geçti ve Yunan kolonisine ait

Cratona kentinde kendi okulunu kurdu (8). Pisagor’un hedefi sadece inisiasyon yöntemi ile seçilmişlere Ezoterik doktrini

öğretmek değil, bu doktrini kullanarak yeni bir siyasi örgütlenmeyi gerçekleştirecek ilk nüveyi, bir enstitüyü kurmaktı.

Pisagor bu hedefine kısa sürede ulaştı. Kurduğu enstitüde inisiye edilen tüm kardeşler sadece Ezoterik doktrin ile sınırlı

kalmayarak, dönemin fizik, psişik, dini ve siyasi tüm bilimlerini öğreniyorlardı. Bu tür eğitim tarzı, bilim çağının

başlaması için ilk adımı oluşturdu ve yüzyıllar sonra İtalya’da Rönesans’ın doğmasını sağladı.

Pisagor, enstitüye girmek isteyen adayları çok uzun süre, bazen yıllarca gözetim altında tutduktan sonra, aralarından ancak

layık olduklarına inandıklarını alırdı. Enstitünün girişinde Hermes’in bir heykeli bulunmaktaydı ve kaidesinde, “inanmayan

uzak dursun” yazıyordu. Enstitüye girmeye layık olduklarına inanılanlar bazı denemelere tabi tutuluyordu. Bu sınavlar,

Mısır’daki inisiasyon sınavlarını andırsa da, bunların çok daha yumuşatılmış şekilleriydi (9). Mesela aday tek başına

gecelemek üzere bir mağaraya bırakılıyor, bunu reddedenler veya mağaradan kaçanlar enstitüye kabul edilmiyordu.

Bir sonraki sınavda adaya, hiç tanımadığı bir Pisagor sembolü gösteriliyor ve bunun hakkında yorum yapması isteniyordu. “Bir

dairenin içindeki üçgen neyi anlatır” ya da, “….sayısının anlamı nedir?” gibi. Adaya, bu soruların cevabını hazırlaması

için 12 saat verilir, bu arada da aç ve susuz bırakılırdı.

Üçüncü ve en zor sınav, adayın gururunun ve benliğinin, enstitüye daha önce kabul edilmiş çıraklar tarafından kırılması

sınavıydı. Bu sınavda adayla alay edilir, küçültücü sözler söylenir, kızdırılırdı. Aday, kendisine hakim olmayı başarmak

zorundaydı. Aksine davranır ve öfkelenir, ağlar veya terbiyesizce cevaplar vermeye başlarsa, kendisini uzaktan izleyen

Pisagor tarafından derhal kovulurdu. Bu yöntem, son derece kişilikli ve olumlu insanları okul kazandırmış olmasına rağmen,

enstitünün yıkılış sebebini de oluşturdu. Enstitüye kabul edilmeyen ve bu arada gururu da kırılan adaylar Pisagor’a ve

müritlerine düşman kesildiler. Enstitünün yıkılmasına ve Pisagor ile yüzlerce yandaşının öldürülmesine neden olan olayların

hazırlayıcılarının başında, işte bunlardan birisi, Silon yer aldı. Bu konuya daha sonra dönmek üzere şimdi Pisagor

enstitüsünü ve okulun üzerine kurulduğu dört dereceli kardeşlik sistemini inceleyelim.

Sınavlardan geçen ve yapılan özel bir törenle kardeşliğe alınan adaya, acemi ya da çırak anlamına gelen “Novice” unvanı

verilirdi. Novice dönemi, kişinin yeteneğine bağlı olmak üzere, en az iki en çok beş yılla sınırlandırılmıştı. Novice’lerden

beklenen şey hiç konuşmamaları, soru sormamaları, tartışmaya girmemeleri ve sadece derslerini sükunet içinde dinlemeleriydi.

Bundan amaç, öğrencinin sezgi yeteneğini geliştirmekti. Görünen alemin üstünde bir başka görünmez alem olduğu gibi soyut bir

fikrin sadece sezgi ile algılanabileceğini söyleyen Pisagor, çıraklarından önce Tanrının varlığını sezmelerini sonra da onu

sevmelerini isterdi. Tüm evrenin sevgi üzerine kurulu olduğunu belirten Pisagor, sevgiyi öğrenmenin ilk adımının aile

içinde, anne-baba sevgisi ile başladığını, babanın Tanrının eril, annenin de dişil ifadeleri olduklarım öğretirdi. Pisagor’a

göre, bu ikisinden doğan insan, Tanrının yer yüzündeki temsilcisiydi. Pisagor ayrıca Novice’lerden ikişerli gruplar

oluşturmalarını ve her iki Novice’in birbirlerini çok iyi tanımalarını, dost olmalarını isterdi. Dostluğun, karşılıksız

sevginini en mükemmel ifadelerinden olduğunu öğrenen Novice’e, “Dost bir başka sensin. O ve sen aslında birsiniz” şeklinde

özetlenebilecek Ezoterik yorum öğretilirdi. Novice’lerden ayrıca, üstadlarma sonsuz itaat ve bağlılık göstermeleri,

disiplinli davranmaları, sağlık kurallarına uymaları ve devamlı temiz olmaları istenirdi. Ruhun arındırılması amacında olan

Pisagor müridleri, ruhla beraber bedenin de temiz olması gereğine inanır ve bazen günde birkaç kez yıkanırlardı. Müridlerin

bedenleri gibi giysileri de tertemizdi ve saflığın sembolü olan beyaz renkteydi. Ezoterik inanışlarını Pisagorculuktan alan

İsmaili tarikatı müridlerinin ve onların Hristiyan dünyasındaki devamı niteliğinde olan Templier Şövalyelerinin giysileri

de, aynı Pisagorcular gibi beyazdı.

Pisagor müridlerinin evlenmesi zorunluydu. Tanrının eril ve dişil ikilemini kabul eden ekol, bunun uzantısı olarak evlilik

müessesesini ve aileyi kutsal kabul ediyordu. Yine aynı görüş doğrultusunda enstitüye hem erkekler, hem de kadınlar inisiye

edilebiliyordu. Müridlerden evlilik konusunda uymaları beklenen yegane kural, kendisi gibi bir inisiye ile evlenmeleri idi.

Çünkü, inisiye edilmemişlerde “Erdemi” bulmak çok zordu.

Novice’e öğretilen son şey, tüm tanrıları bir ve tek olarak mütalaa etmesiydi. Öğretinin bünyesinde önemli bir yer tutan

hoşgörü sayesinde tüm dini inançların hoşgörülmesi gerektiğini öğrenen Novice, aslında tüm tanrıların bir ve tek olduğunu,

tüm dini çabaların da bu tek Tanrıya ulaşmak için olduğunu görürdü.

İkinci derece saliklerine “Nomoteth” unvanı verilir ve bu derecedeki inisiyelere “Kutsal Sayılar Bilimi” öğretilirdi. İkinci

dereceye geçiş için özel bir tören yapılır ve Pisagor’un da ifade ettiği gibi, gerçeklerin öğretilmesine bu törenle birlikte

başlanırdı.

Matematikçiler de denilen Nomoteth’lerin ve daha yukarı derecelerdekilerin girebildikleri, Novice’lere yasak olan bir mabed

vardı ve adına da “Müzler Mabedi” deniliyordu. Yuvarlak olan bu mabedin içinde dokuz Muz ve ilahi prensibin muhafızı

Vesta’nın bir heykeli bulunuyordu. Müzlerin her biri, birer bilimin koruyucusuydular. Bunlardan en önemli üçü, Astronomi ve

Astrolojinin koruyucusu Uraniye, öte alem bilimleri ve kehanet sanatının koruyucusu Polimniya ve hayat ve ölüm bilimi ile

Yeniden Doğuş biliminin koruyucusu Melpomen’di. Ortada duran Vesta’nın bir elinde ateş vardı ve diğer eliyle de gökyüzünü

göstererek, herşeyin göklerdeki ateşle başladığını anlatıyordu. Bu mabette öğreti, tüm bu Müzlerin ve Vesta’nın sembolize

ettiklerinin tamamının insanın yapısında bulunduğu açıklamasıyla başlardı. Pisagor, evrenin tüm anlamının sayılar

sembolizması içinde var olduğunu söyleyerek Nomoteth’i eğitmeyi sürdürürdü.

“Sayılar evrene hükmeder” diyen Pisagor, bu ifade ile, Tanrının sayıları özellikle bir prototip semboller dizisi olarak

ortaya koyduğunu bu nedenle sayıların her birinin karakterleri olan birer simge durumunda bulunduğunu belirtirdi. Pisagor

sayıları, bir, iki, üç, vs. şeklinde değil, kendi karakterleri ile, “Monad”, “Diad”, “Triad” diye ifade ederdi.

Pisagor’a göre 1 sayısı “Monad” dı, yani tekti. Hiçbir benzeri olmayan önsüz-sonsuz yaşamı, tüm varlıkların bünyesinde

çıktığı eril ateşi, Tanrının kendisini simgelerdi. Sembolü bir nokta idi ve Yüce Varlığın yanısıra, İlahi Aklın, yani

Hikmetin de simgesiydi. Hikmeti sayesinde kendisinden dışarı birşeyler veren ancak bu sırada hiç değişmeyen ve değişmez

niteliğiyle eril olan Monad, Tanrı ile birlikte, onun yeryüzündeki tezahürü olan insanın da sembolüydü. Diğer bir deyişle

Monad, hem Makrokozmosu, hem de Mikrokozmosu bünyesinde barındırıyordu. Mikrokozmos’un yegane hedefinin Makrokozmos ile

birleşmek olduğunu söyleyen Pisagor, “bu ancak inisiyatik eğitimle, kişinin kendisini olgunlaştırması ile mümkün olur. Bunun

için bir ömür yetmeyebilir. Ama ruh, hedefine ulaşmak için ne kadar gerekiyorsa, o kadar yeniden bedenlenecektir” diyordu.

Tden sonra gelen 2 sayısı evrende varolan düaliteyi gösteriyordu. Bölünmez öz ile bölünebilir cevher; hayatı bahşeden aktif

eril prensip ile hayatın oluşumunu sağlayan pasif dişil prensip; Osiris ile İsis. Bir çizgi ile sembolleştirilen 2

“Diyad”dı, hikmetten doğan fikirdi. Doğurgandı ve bu vastfıyla dişildi. Hayatı içinde barındıran suydu. Tanrının dişil

yönünün ifadesiydi.

Monad ve Diyad’ın birleşiminden ortaya çıkan 3 sayısı, yani “Triad”, hikmetten çıkan fikirle oluşan eserdi. Osiris ve

İsis’in oğlu Horus’du. Sembolü bir üçgendi ve yaşam skalasının tüm yasalarını ve özellikle de Yeniden Doğuş yasasını içinde

barındıran anahtardı. Triad, İlahi Kelamdı, evrenin kendisiydi ve topraktaki yaşam cevheriydi. İnsan da, Ateş, Su ve

Toprak’tan meydana gelmemiş miydi? Tanrının tüm tezahürlerinde, ruh, can ve beden üçlemesi bulunmaktaydı. Ruh Ateşten, can

Sudan, beden de Topraktan türetilmişti.

4 sayısı, yani “Tetrad”, sonsuzluğun ve ölümsüzlüğün sembolü idi. Kare ile sembolize edilen Tetrad’ın kainatı kaosan düzene

geçiren dört temel gücün ifadesi olduğu kabul edilirdi. Daha önce de değindiğimiz bu dört temel güç, yani ateş, su, toprak

ve hava’yı, semavi dinler dört baş melek ya da mahşerin dört atlısı olarak isimlendirdiler.

“Pentad” olarak adlandırılan 5 sayısı, “İnsanın” ve üzerinde yaşadığı “Dünyanın” simgesiydi ve beş köşeli yıldızla sembolize

edilirdi. Naacaller döneminden bu yana kullanılan ve Mısır kanalıyla Pisagor okuluna geçen beş köşeli yıldızın her bir ucu,

Ateşi, Suyu, Toprağı; Havayı ve bunların toplamından oluşan Dünya’yı gösteriyordu. Diyad ile Triad’ın toplamı olan Pentad,

dünyasal sevginin ve evliliğin de sembolü olarak görülürdü.

6 sayısı, evrenin altı yönünü, kuzey, güney, doğu ve batı ile yukarı ve aşağıyı simgeliyordu. Altı köşeli yıldızla sembolize

edilen bu rakam aynı zamanda İlahi Adaletin de ifadesiydi. Günümüzde Hz. Süleyman yıldızı olarak tanınan yıldızın,

Süleyman’ın adaletini remzettiği kabul edilmektedir.

7 sayısının Pisagorcular için önemi çok büyüktü. Kutsal üçlü Triad ile, düzeni oluşturucu Tetrad’ın bileşiminden meydana

geldiği için, tekamül yasasının simgesiydi ve sembolü de, dörtgen üzerine kurulu üçgenlerden oluşan pramitti. Pisagor

böylece, Mısır’daki piramitlerin yapılış tarzlarına da bir açıklama getirmiş oluyordu; “İlahi Tekamül” sembolleri… Ayrıca,

evrende herşeyin sayılar üzerine kurulu olduğu ispat eden Müzik bilimi de, 7 nota üzerine kurulmuştu. Işığın yedi renginin

bileşiminin beyazı, saflığı oluşturması gibi, müziğin yedi notasının da 1/2, 2/3, 3/4 veya 5/8 gibi ölçülerle çalınması

müzikteki mükemmel saflığı, ritmi ve armoniyi meydana getiriyordu.

Ruhun akord edilmesi gereğine ve armonisine inanan Pisagorcular bu nedenle tüm törenlerinde müzik kullanırlardı. Bu inanç,

klasik anlamdaki ritm ve armoni bilgisinin ve armonik müziğin de gelişmesini sağladı.

Bu sayılar dışında ve onların üstünde en önemli sayı 10’du. “Kutsal Tetraktis” adı verilen ve dört bölümlü üçgen şekliyle

sembolize edilen 10 sayısı, ilk dört sayının yani Monad, Diyad, Triad ve Tetrad’ın toplamından oluşuyordu. Kutsal Tetraktis,

bu vasfı nedeniyle mükemmelliğin, Kamil İnsanın, Tanrı ile bir olmasının sembolüydü. Sıfır ile bir sayılarının yan yana

gelmesiyle yazılan 10 sayısı, hiçlikle tekliğin ahengini de ifade ediyordu. 10, bu ahengin tezahürü olan Makrokozmos’un da

sayısal sembolüydü. Tüm varlıkların Makrokozmos’da büyük bir ahenk içinde yeniden biraraya geleceklerini remzederdi.

” Kutsal Tetrakis”

İşte bu sayılar bilimini tam alamıyla öğrenen mürid, ruhun tekamülü yolunda bir adım daha atmaya hak kazanıyor ve üçüncü

dereceye yükseltiliyordu. Sayılar bilimi ile inisiyatik sırların önsözüne vakıf olan mürid, titizlikle saklanan bu tehlikeli

sırları öğrenmeye artık hazırdı. Üçüncü dereceye yükseltme töreni, ancak bu dereceye sahip müridlerin girmelerine izin

verilen “Seres” mabedinin “Properzin” salonunda yapılmaktaydı.

Bu derecede evrenin yapısı, insanın yeryüzündeki varoluşu, ölüm hali ve ölümden sonraki yaşam, öte dünya, Kamil İnsanların

yarı tanrılara dönüşümü ve yaşam skalasının son durağı olan Tanrıya dönüş konuları üzerinde müritler bilgilendirilmekteydi.

Pisagor’a göre, evrenin merkezinde ateş vardır. Güneş, bu dev ateşin küçük bir yansımasından ibarettir. Yeryüzü yuvarlaktır

ve diğer gezegenlerle birlikte güneşten sadır olmuşlardır. Bu gezegenler ve dünya, güneşin etrafında dönmektedir. Yıldızlar,

bizim güneş sistemimizi yöneten aynı yasalara tabi olan diğer güneş sistemleridir. Uzaydaki tüm varlıklar gibi gezegenler ve

güneşler de, evrensel ruhun birer cüzüne sahiptirler. Her gezegen Tanrı düşüncesinin değişik bir ifadesidir ve her birinin

özel bir fonksiyonu vardır. Tüm varlıklar gibi, bu gezegenler de dört elemandan müteşekkildir: Maddenin katı hali olan

toprak, sıvı hali olan su, gaz hali olan hava ve ölçüye, tartıya gelmez hali olan ateş.

Pisagor bu aşamadaki kardeşlerine, yeryüzünde yaşamın ortaya çıkışını da anlatırdı. Ona göre bitki ve hayvan alemleri Dünya

üzerinde hemen hemen aynı zamanda ortaya çıktılar. Pisagor hayvanların evriminin sadece doğal ayıklanma yasasına bağlı

olmadığını, bu temel yasanın yanısıra “Şok Yasası” adını verdiği bir ikinci yasanın da yürürlülükte olduğunu iddia ederdi.

Pisagor’a göre, yeryüzünden farklı yerlerde yaşayan üstün varlıklar zamanı geldiğinde, evrensel yasalar uyarınca bazı hayvan

türlerinin yapı taşlarını değiştirirler ve yeni bir türün ortaya çıkmasını sağlarlardı.

İşte insan da, bu üstün varlıkların maymun türü üzerindeki böyle bir uygulamaları neticesinde ortaya çıkmıştı. Yerküresel

tekamül açısından insan önceki türlerin son aşamasıdır ve Kamil İnsan modeli ile de, Dünya’daki ruhların son durağıdır.

Pisagor, dünya insanını yaratan varlıkların, Semavi İnsanlık adını verdiği çok üst düzeydeki ruhlar olduğuna inanıyordu.

Yerküredeki değişimler hakkında Mısır’lı rahiplerden çok şey öğrenen Pisagor, bir önceki medeniyeti, Atlantis ve Mu

uygarlıklarını tanıyordu. Bundan önce dünyanın altı kez tufan olayları ile sarsıldığını iddia eden Pisagor’a göre, her tufan

arası dönemde insanlık büyük uygarlıklar kurmayı başarmıştı ve bugünkü uygarlık da aynı akibetle son bulacaktı.

Pisagor, Yüce Varlığın bir denize benzediğini ve denizdeki dalgalanmaların denizin niteliğini değiştirmemesi gibi evrendeki

olayların da Tanrının niteliğini etkilemediğini savunurdu.’ Yüce varlığın tüm alemleri ve tüm varlıkları sürekli izlediğini,

bunun farkına ancak ruhunu en üst düzeyde geliştirmiş Kamil İnsanların varabileceğini söylerdi. Pisagor’un en büyük düsturu,

“Kendini bil, bu yolla tanrılar alemini de bilirsin” di.

Pisagor’a göre ruh, yaşam skalasının en alt basamağından, cansız varlıklardan başlayarak yukarı tırmanırdı. Yaşadığı hayat

bir üst düzeye geçmeye yeterli ise, ruh, bir sonraki yaşamda daha üstün bir varlık olarak dünyaya gelir, aksine ise, yaşam

skalasının bir alt basamağına geri dönerdi. İnsanlar tüm yaşam skalasını katederek insan olmaya hak kazanmışlardı. Ancak

büyük çoğunluk bunun farkında olmadığı için, geri dönmeye mahkumdu. Pisagor, ölünce ruhu semaya çıkan ve yeniden doğarken de

ruhu semadan gelen yegane varlığın insan olduğunu söylerdi. Hermes ve Örfe gibi Pisagor da müridlerine, “Tanrıya ancak kendi

çabalarınızla ulaşabilirsiniz” demekteydi.

Pisagor, tüm yaşamların doğum ile ölüm arasında sınırlı bulunduğunu ve bedenin sadece, ölümsüz olan ruhun bir vasıtası

olduğunu söylerdi.

Ölüm anında ruhun bedenden ayrıldığını ve yaşamı sırasındaki davranışları nedeniyle bir üst basamağa mı, yoksa bir alta mı

gideceğine karar verilen bir geçici aleme gittiğini savunurdu. İslamiyet’in Araf, Yahudiliğin Horeb, Hristiyanlığın da

Pürgatuar (arınma yeri) dediği bu geçici alemde kalma süresi, bireyin yaşamı sırasında yaptıklarına bağlıydı.

Bu noktada bir diğer evrensel yasa daha devreye giriyordu ki, bu yasa yaşamların birbirlerine yansıması yasasıydı. Bir örnek

vermek gerekirse, bir önceki yaşamını bir hayvanın varlığında yaşamış insanın kendi yaşamında o hayvanın bazı davranışlarını

göstermesi doğaldı. Eğer birey bu davranışlarını düzeltirse, bir sonraki yaşamında daha üstün bir insan olabilir,

düzeltmezse de hayvansal bedene geri dönebilirdi. Bu durumu Pisagor, “her yaşam bir öncekinin ödül veya cezasıdır” diye

ifade ederdi.

Pisagor’un bir başka iddiası daha vardı; “Hayvanlar nasıl insanların akrabası ise, insanlar da tanrıların akrabalarıdır”

diyordu. Bitkiler aleminden hayvanlar alemine, oradan da insanlar alemine birçok yaşam sürecinden geçerek ulaşan insanları

sonuçta tanrılar alemine geçiş bekliyordu. Çok uzak bir gelecekte insanların tüm evliliklerde spiritüel seçicilik yasasını

uygulayarak, insanlığın en olgun düzeyine erişeceği umudunda olan Pisagor’un takipçilerinden Eflatun, “o uzak gelecekte

tanrılar insanların mabetlerinde ikamet edecekler” demiştir.

Pisagor’a göre, mükemmel yani Kamil İnsan artık yeniden bedenlenmeyecek olan, bu kısır döngüyü kırmış insandır. Böyle

insanların ruhları tamamen saflaşmış ve Tanrısal Işığa ulaşmıştır. Genelde Kamil İnsanlar Tanrıya son kez ölümlerinin

neticesinde ulaşırlar. Ancak bazen, Tanrısal Işığı bünyesinde yaşarken barındıran insanlar da vardır. Bu tür insanlar, çok

özel görevler için dünyaya geri gönderilmiş yarı tanrılardır. Bu yarı tanrılar dünyaya, güzelliğin ve hakikatin ışığını

saçarlar.

Pisagor’la birlikte inisiasyonun zirvesine varan üçüncü derece kardeşlere, el almış mürid ve üstad olarak dördüncü ve son

derece tevdi edilir. İnisiasyonla ilgili artık öğrenecek birşeyi kalmamış olan üstadlarm vazifesi, kendi iç varlıklarının

derinliklerine inerek Tanrısal Işığı görmek, hakikati zekada, fazileti ruhta ve temizliği bedende tahakkuk ettirmektir.

Üstadlarm ikincil görevleri de, alt dereceli kardeşlerine gözetimcilik ve rehberlik yapmak, idari işleri yürütmektir.

Ulaştıkları seviyeyi tüm yaşama aktarmaları beklenen üstadların unvanı, aydın kişi anlamına gelen “Intellectuel” dir.

Tüm insanları İntellectuel’lerin yönetmesi gerektiğine inanan Pisagor, bu düşüncesini önce enstitünün bulunduğu Crotona

kentinde, sonra da tüm güney İtalya’da uygulamaya soktu. Crotona’da 30 yıl yaşayan Pisagor, aristokrat bir yönetime sahip bu

kentte birçok reform gerçekleştirdi. Kenti, yalnız aristokratların üye olabildikleri Binler meclisi yönetiyordu. Pisagor bu

Binler meclisinin üzerinde ve sadece İntellectuel’lerin girebildikleri bir Üçyüzler meclisi oluşturdu. İçerde görüşülen

konular üzerinde ketumiyet yeminine kesinlikle uyan Üçyüzler meclisi, kent yönetimini üstlenen hükümeti de bünyesinden

çıkartıyordu. Crotona bir süre sonra güney İtalya’nın başkenti konumuna yükseldi. Böylece Pisagor da adeta bu devletin

başkanı oldu. Pisagorcularm gittikleri her yere adalet ve uyumu da beraberlerinde götürmeleri, kitlelerin onların sistemini

gönüllü olarak kabul etmelerini sağlamıştı.

Bünyesindeki sırların halkın merakını çektiğinin ve bu sırların aleyhte birçok dedikodunun doğmasına yol açtığının farkında

olan Pisagor bunları engin sabrı ve hoşgörüsü ile karşılamaya çalıştı. Ama 70 yaşındaydı ve yorulmuştu. Enstitüdeki

seçkinler ile halk arasında büyük bir kopukluk vardı. Halk, enstitüdekilerin kendilerini üstün gördükleri kanaatindeydi. Bu

arada, okula katılmak için başvuran ancak çeşitli sebeplerle reddedilmiş olan bir grup demagog da sürekli enstitü aleyhinde

propaganda yapıyordu. Bu grubun başında olan Silon, kamuoyundaki enstitü aleyhtarı havayı çok iyi değerlendirip, muhalif bir

klüp kurdu.

Demagogların yanısıra halk liderlerini de klubüne alan Silon, Pisagor’u halkın özür iradesini kısıtlamakla, devleti canının

istediği gibi yönetmekle, kısacası diktatörlükle suçladı. Silon enstitü için, “onlar ortadan kalkmadıkça Crotona’lılarm

özgür olmaları mümkün değildir” diyordu.

Silon’un ve yandaşlarının bu yoğun propagandaları kısa sürede meyvasım verdi ve bir gece, başlarında Silon olan oldukça

kalabalık bir kitle okulu bastı. Enstitü ateşe verildi. Pisagor dahil olmak üzere içerdeki yüzlerce kişi yanarak can

verdiler. Aynı gözü dönmüşlük tüm güney İtalya’da tekrarlandı ve Pisagoryenlerin çok büyük bir bölümü yok edildi. Sağ

kalmayı başaran çok az sayıda Pisagorcu, Sicilya’ya sığındı. Olaylar yatıştıktan bir süre sonra bunlardan bazıları İtalya’ya

geri döndülerse de, güçleri enstitüyü yeniden canlandırmaya yetmedi. Bu Pisagoryenler, İtalya’da varlıklarına ilk kez M.Ö.

700’lü yıllarda rastlanan duvarcı loncalarına, “Collegia”lara katıldılar (10). Yunanistan’daki “Hetairies” örgütünün devamı

niteliğinde olan Collegialar, Yunan duvarcılarının yaptıklarının aynısını İtalya’da gerçekleştirmişler ve ünlü Roma

mimarisinin altına imzalarını atmışlardır. Pisagorcularm bu derneğe katılımı ile Collegialar doktiner açıdan çok daha

güçlenmiş ve ilerde ortaya çıkacak Rönesans için fikri bir nüve oluşturmuşlardır. CoHegialar’m Roma ve daha sonraki

Hristiyan uygarlıkları üzerindeki rollerine daha sonra değinilmek üzere, Yunanistan’a geri dönmek ve Pisagor’dan etkilenen

bir başka büyük ismi, Eflatun’u incelemek gerekmektedir.

Eflatun, M.Ö. 427’de Atina’da doğdu (11). O sırada Yunanistan, İsparta ile Atina arasındaki savaşlara kaynıyordu. Eflatunun

ilk öğretmeni Sokrat oldu. Sokrat’ın iyiyi, güzeli ve özellikle hakikati arayışı, aynı arayışın Eflatun’un yaşamında en

belirgin unsur haline gelmesine neden oldu. Sokrat, hakikati aramak ve hiçbir gerçeği halktan saklamamak şeklinde

özetlenebilecek felsefesi nedeniyle, kendisine teklif edilen, ünlü Delf mabedine inisiye edilme onurunu, ketumiyet yemini

etmesi zorunluluğu olduğunu öğrendiğinde geri çevirmişti.

Sokrat, hakikati arama yolunda o denli ileri gitmişti ki, toplumun oturmuş tüm manevi ve dini değerlerini sorgulamaya

başlamış ve bu tutumundan vaz geçmediği için ölüme mahkum edilmişti.

Sokrat’ın haksız yere öldürülmesi Eflatun’u derinden yaraladı ve, “onun hakikati ifade etmekteki aczini şimdi daha iyi

anladım” diyerek, Yunanistan’ı terk etti.

Eflatun, hocası gibi değildi. Gerçeğin sadece akıl yürütmekle, mantık kullanmakla bulunamayacağının farkındaydı. O nedenle

daha Sokrat sağ iken, Delf mabedinde inisiye edilmeyi kabul etmiş ve onun ölümünden sonra da hakikati kaynağından edinmek

üzere Mısır’a geçmişti. Pisagor gibi Eflatun’un da Osiris mabedine kabulünde bir güçlük çıkmadı. Ancak Eflatun, Pisagor gibi

en üst derecelere ulaşamadı çünkü mabette yeterince kalmadı. Kısa bir süre Mısıra’da kalan Eflatun ancak üçüncü dereceye

kadar yükselebildi. Mısır’dan İtalya’ya geçen Yunanlı filozof burada, varlıklarını halen sürdüren Pisagorcularla tanıştı.

Pisagor’un Yunan bilgelerinin en üstünü olduğunu bilen Eflatun, müridlerinden onun öğretisini öğrendi. Ancak o bir

Pisagoryen değildi ve bu nedenle tüm sırların kendisine verilmesi imkansızdı.

Osiris rahiplerinden ve Pisagoryenlerden gerçeğin sezgi yoluyla kavranabileceğim öğrenen Eflatun, herşeye karşın, gerçeği

bulmaktaki tek yolun mantık olduğunu savunan Sokrat’ın etkisiydeydi. Eflatun’un Ezoterik öğretiye katkısı da akılcılığı

öğreti içerisinde daha sağlam bir zemine oturtmak olmuştu. Ezoterik doktrin, kullandığı semboller diliyle zaten her türlü

doğmadan uzak kalmayı başarıyordu. Ancak Eflatun ile, olaylara mantıksal yaklaşım ve tüm gerçeklerin akılcılıkla

bağdaşmaları gibi kavramlar daha bir güçlenmiş oldu.

İtalya’dan sonra Atina’ya dönen ve “Akademia”yı kuran Eflatun, kendi felsefesini yaymaya başladı. Eflatun Atina’da, Ezoterik

öğretinin üstü kapalı ve yumuşatılmış bir tarzı olan “Diyaloglar”ını yazdı. Bu şekilde davranmak zorundaydı çünkü o da

ettiği ketumiyet yemini ile bağlanmış durumdaydı. Gerçek, güzel, iyi gibi soyut kavramları halka anlatma hususunda çok

başarılı olan Eflatun, bu üç niteliğin Tanrısal nitelikler olduğunu söylemekte, “iyiyi, doğruyu ve gerçeği arayan kişinin

ruhu arınır ve ölümsüzlüğe ulaşır” demekteydi.

Eflatun, nispeten daha kolay anlaşılır ve sırlardan, sembollerden arınmış Diyalogları ve İdealar Kuramı ile kendisinden

sonra gelen nesilleri büyük ölçüde etkilemiştir. “Yeni Eflatunculuk” felsefesi ile doğan İskenderiye okulunun ortaya

çıkmasına onun fikirleri neden olmuştur. Ayrıca Eflatun’un Hristiyan Teozofları ile İslam Mutasavvıfları üzerinde de büyük

etkisi vardır.

M.S. 3-4 yüzyıllarda Mısır’ın İskenderiye kentinde ortaya çıkan ve en tanınmış temsilcileri Plotinos, Porfir ve Jamblik olan

“İskenderiye Okulu”nda Eflatun’un ve Pisagor’un etkilen büyüktür (12). Ancak Mısır’daki şu eski okulu, Osiris mabedini de

unutmamak gerekir. Osiris mabedi M.Ö. 385 yılında Romalı komutan Teodosius tarafından imha edilmiştir. Mabet imha edilirken,

inisiasyon törenleri sırasında kullanılan mekanik aletler ve sınavların yapıldığı odalar o günlerin dünyasında büyük

sansasyonlar yaratmıştır. Mabedin imhası Osiris müridlerine büyük bir darbe olmuş ve inisiasyonlar artık yapılamaz hale

gelmiştir. Ancak buna rağmen Osiris rahipleri varlıklarını bir süre daha sürdürmüş ve İskenderiye Okulunun ortaya çıkmasında

etken olmuşlardır. Bunun gibi bölgedeki diğer Ezoterik okullarda, Bağdat ve Basra’da öğretinin yaşamasını ve İsmaililer,

Fatimiler gibi devletlerde resmi din olarak Ezoterik doktrinin kabulünü, Osiris rahiplerinin koruduğu fikirler sağlamıştır.

Mabedin yıkımından sonra Simyagerliği seçen bir grup Mısır’lı rahip Kudüs’e gittiler. Burada Musevi Esenniler’in arasına

katılan bu rahipler ile, simya bilimi Kabbalacılar arasına da girmiş oldu. Kudüs’ün M.S. 1188’de Selahaddin Eyyubi

tarafından işgali üzerine, bu kentte yaşamlarını sürdüren simyagerlerin üyesi olduğu tarikat, diğer Hristiyan Şövalye

Tarikatleri ile birlikte Avrupa’ya geçti ve burada kendilerine “Şark Şövalyeleri” adı verildi (13). Bu teşkilatın daha

sonra, diğer Şövalye Tarikatleri gibi Masonluğa katıldığı söylenmektedir.

Kaynakça

l – SCHURE Edouard, – “Büyük Inisiyeler” – RM Yayınlan – İstanbul 1989 Sf.301
2-SCHURE E.- İe-Sf. 349
3- EYÜBOÐLU İsmet Zeki – “Tasavvuf – Tarikatlar – Mezhepler Tarihi” – Der Yayınları – İstanbul 1990 – Sf. 45
4- Halikarnas Balıkçısı – “Anadolu Tanrıları” – Yeditepe Yayınları – İstanbul 1975-Sf. 21
5- Boucher Jules, Noudon Paul – “Masonluk, bu meçhul” – Okat Yayınevi – İstanbul 1966-Sf. 9
6- Eyüboğlu İ.Z. – İe – Sf. 53
7-SCHURE E. -İe-Sf. 376
8-SCHURE E. -İe-Sf. 411
9-SCHURE E.-İe-Sf. 415
10- NAUDON Paul – “Tarihte ve Günümüzde Masonluk” – Varlık Yayınları İstanbul 1968-Sf. 24
11-SCHURE E.-İe-Sf. 525
12-Eyüboğlu İ.Z.-ie-Sf. 75
13-ÜLKE Faruk, YAZICIOÐLU A. Semih – “Dünyada ve Türkiye’de Masonluk” – Başak Yayınevi – İstanbul 1965 – Sf. 27

(53)