Kaynak : EZOTERİK – BATINİ DOKTRİNLER TARİHİ
Cihangir Gener
X. BÖLÜM
BATI DÜNYASI VE EZOTERİZM
İSMAİLİLER VE TEMPLİERLER
M.S. 874’den, 1256’ya kadar ortadoğuda İsmaililer’in son derece etkin olduklarına daha önce değinilmişti. Güçleri o denli
artmıştı ki, 1164 yılında, İsmaili İmamı 2. Hasan, Ramazan ayının ortasında şeriatı kaldırdığını açıklamıştı. Oruç tutmanın
yanısıra, namaz kılma ve diğer ibadet zorunluluklarının da kalktığını duyurmuştu. Oğlu, İmam 2. Muhammed de onun sistemini
devam ettirdi (1). İslam dininin öngördüğü zorunlu ibadetlere ancak, Selçuklu yönetiminin, Bağdat hilafeti üzerindeki
İsmaili baskısını kaldırması ile geçilebildi.
Selçuklu işgalinden sonra İsmailliğin İran’da önemli bir güç olarak varlığını sürdürmesini mümkün kılan kişi Hasan Sabbah
oldu. Aslen İranlı olan Sabbah, Fatımi devletinin himayesindeki Kahire Batıni okulunda eğitim gördü. 1090 yılında Mısır’dan
İran’a döndü ve çevresine topladığı İsmaili müridlerinin yardımı ile, Teberistan’da bulunan Alamut kalesini ele geçirdi (2).
Alamut’u alan ve, İsmaili müridlerini acımasız birer fedaiye dönüştüren yeni bir sistem uygulayan Sabbah, Abbasi hilafeti
ile Selçuklu yönetimini devirmek için girişimlerine başladı. Sabbah, örgüt üyelerine “Assasins” adını verdi. Arapça’da
“Bekçiler” yada “Sır Bekçileri” anlamına gelen bu kelime daha sonra, Sünni Müslümanlar tarafından “Haşaş içenler” manasına
“Haşhaşiler” olarak saptırılmaya çalışıldı. Fedailerin Sünni yöneticilere karşı giriştikleri suikastlar nedeniyle aynı
kelime batı dillerine “Suikastçı” anlamında girdi (3).
Sabbah’ın sır bekçileri, yeniden doğuş inancı ile, sınırsız itaat koşuluyla yetiştirilmiş birer fedai idiler. Bu nedenle
örgütün bir diğer adı da “Fedayiin” oldu. Dönemin Selçuklu Sultanı Melikşah’ın elçisinin gözünü korkutmak için seçilmiş
birkaç fedainin kendilerini kale burçlarından aşağı atmaları, ayrıca fedailerin yöneticelere karşı hayatları pahasına
giriştikleri suikast eylemleri tüm dünyada büyük yankılar uyandırdı.
Selçuklu yönetimi Hasan Sabbah’ı ve örgütünü yasadışı ilan etti ve Sabbah’ın şehirlerdeki yandaşlarını temizledi. Sabbah’ın
en önde gelen düşmanı Vezir Nizamülmülk komutasında bir Selçuklu ordusu Alamut kalesini kuşattıysa da, Nizamülmülk’ün bir
fedai tarafından öldürülmesi, bu arada da Sultan Melikşah’ın ölmesi nedeniyle kuşatma kaldırıldı.
Bu karışıklığı iyi değerlendiren Sabbah, İsmailliği tüm İran’da, Suriye’de ve başta Horasan olmak üzere tüm Türk ellerinde
yaydı. İsmaillilik, 1124’de Hasan Sabbah ölene kadar gücünün doruklarında varlığını sürdürdü. Sabbah’ın ölümünü fırsat bilen
vezir Kaşani, nerede görülürse görülsün tüm Batıni inançlıların öldürülmelerini emretti. Binlerce İsmaili kılıçtan
geçirildi. Ancak İsmaillilerin intikamı da büyük oldu ve başta Vezir Kaşani olmak üzere yüzlerce Sünni lider, fedailer
tarafından öldürüldü. Fedailerin, tam yok oldukları zannedildiği sırada gerçekleştirdikleri bu eylemler yüzünden Selçuklu
sultanı Sancar, İsmaililer ile barış istemek zorunda kaldı. Böylece Batınililik bir mezhep olarak resmen tanındı ve
Moğolların Alamut’u almalarına kadar da etkin bir güç olarak varlığını sürdürdü.
İslam dünyasında bu iç savaş sürerken, batıda bambaşka bir girişim ilk meyvalarını veriyordu. Hristiyan dünyasının ruhani ve
siyasi liderleri Papalar, kutsal toprakların kafirlerin elinden kurtarılması için bayrak açmışlardı.
İslamiyetin ortaya çıkışından sonra sürekli yayılması ve doğudan Selçuklular ile Anadoluya, batıdan da Murabıtlar ile
İspanya’ya kadar ulaşması, Hristiyan dünyasında büyük bir endişenin doğmasına yol açtı. Tüm ticaret yolları Müslümanların
elindeydi. Hristiyanlar kendilerini hapsedilmiş, boğulmuş hissediliyorlardı. Nitekim Hristiyanlar, yoğun çabalar sayesinde
Akdeniz’in Müslümanların tekelinden çıkmasını sağladılarsa da, doğu ile ticaret yollarının ellerine geçmemesi yüzünden
bambaşka yolları denemek zorunda kaldılar ve gemilerine atlayarak, bilinen dünyanın sınırlarını genişleten ve yepyeni bir
çağın başlamasını sağlayan o ünlü keşiflerini gerçekleştirdiler.
10. yüzyılda Avrupa’da feodal derebeyleri çok güçlüydüler ve aralarındaki çatışmalar da dur, durak bilmiyordu. Tüm bu
nedenlerle Papalar, uzunca süredir doğuya sefer düzenlenmesini zaruri görüyorlardı. Bu tür seferler ekonomik hayatın
canlanmasını sağlayacak, doğunun zenginlikleri batıya taşınacak ve en önemlisi de Avrupa’daki Hristiyan çatışmaları çok daha
olumlu bir yöne, kutsal toprakların kurtarılması amacına kanalize edilecekti.
Bu yöndeki ilk girişim, Papa II Urbanus’tan geldi. Urbanus aradığı bahaneyi Bizans ile yakaladı. Selçuklu kuvvetleri
karşısında aciz kalan Bizans Hristiyanlarına yardım göndermek için Urbanus propaganda faaliyetlerine başladı.
Urbanus II, doğu Hristiyanlarına yardıma koşanlara Cenneti vaadederek, kısa sürede etrafına çok sayıda yandaş toplamayı
başardı. Ancak bunların hemen hiçbirisi profesyonel asker değil, işsiz güçsüz takımıydı ve en büyük hayalleri, doğudan
yağmalayacakları ile ülkelerine zengin olarak dönmekti.
Papa, hedefin Kudüs’ü Müslümanların elinden kurtarmak olduğunu ilan etmişti. Papa tarafından birleştirilerek yemin eden ve
geri dönene kadar mallarını ve akrabalarını Papalığın himayesi altına sokan Hristiyanlar, yeminlerinin nişanesi olarak
giysilerine haç diktirdiler. Böylece bu kuvvetlere “Haçlılar” denildi.
Müslüman dünyasında Sünni-İsmaili çekişmesinin devam etmesi, Fatımilerin tehlikeli bir düşman olarak tanımlanmamaları ve
Büyük Selçuklu İmparatorluğunun dağılmış olmasından cesaret bulan haçlılar, ilk seferlerine 1095 yılında başladılar. Ancak,
ilk gidenler bir ordu bile değildi. Son derece disiplinsiz olan bu öncüler, gerçek niyetlerini göstermek için Müslüman
topraklarına girmeyi dahi bekleyemediler. Bizans sınırları içinde yağmaya başladılar. Bu ilk Haçlıların sonları çabuk geldi.
Anadolu’ya geçtikleri anda, nededeyse tamamı Türk kuvvetleri tarafından yokedildi. Daha düzenli birlikler, Norman kontu
Baumond liderliğinde Anadolu’ya yeniden çıktılar. İznik’i aldılar ve Türklerle yaptıkları savaşı kazandılar. Türk kuvvetleri
de, çete savaşı sürdürerek Haçlıları sürekli yıprattılar. Haçlılar uzun süren bir kuşatmadan sonra Antakya’yı Selçuklulardan
aldılar. Bauemond kenti Bizans’a vermedi ve kendi egemenliğinde saklı tuttu.
1099’da Haçlı kuvvetleri Kudüs önüne geldiler. O sıralar Kudüs, Fatımiler’in yönetimi altında bulunuyordu. Kısa süren bir
kuşatmadan sonra kenti ele geçiren Hristiyanlar, kentteki tüm Müslüman ve Yahudileri öldürdüler. Kudüs’de Latin Krallığı
kurulduğu ilan edildi. Krallığın başına Baudoin geçti. Baumond ise, Antakya Prensi unvanıyla, kendi prensliğinin başına
geçti. Ancak Baumond kısa bir süre sonra Türk kuvvetlerinin eline geçti ve Antakya da yeniden Türklerin oldu. Antakya
prensinin kurtarmak için gönderilen kuvvetlerin hepsi Türkler tarafından püskürtüldü.
Türklerle Haçlılar arasındaki mücadele bundan sonra, ancak Haçlıların Anadolu topraklarından geçmeleri sırasında yapılan
muharebelerle sınırlı kaldı.
Haçlı seferleri aralıklarla 1270’li yıllara kadar sürdü. Ancak, 1187’de Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’ü geri almasından ve
Latin Krallığına son vermesinden sonra Haçlıların ortadoğuda ancak kısmi başarılar sağlayabildikleri görüldü. Haçlı
seferlerinin en başarılı sonucu, Akdeniz ticaretini Müslümanların hegamonyasından kurtarmak oldu. Avrupa’daki ticaret
canlanırken, İslam dünyası giderek geriledi.
Haçlılar ile Türklerin daha sonraki karşılaşmaları Osmanlı İmparatorluğu döneminde oldu. Osmanlıların doğu Avrupa’da sürekli
topraklar almaları ve Viyana’ya kadar ilerlemeleri Avrupa’yı, kutsal topraklara yönelik heveslerinden tamamen vaz geçirdi ve
Hristiyanlar kendi topraklarını koruyabilmek için Osmanlı ordularına karşı tamamiyle Haçlı zihniyeti ve dayanışması içinde
hareket ettiler. Osmanlılara karşı savaşlar, ilk tohumları Kudüs Latin Krallığında atılan dini-askeri Şövalye Tarikatlarının
önderliğinde yürütüldü. Bu tarikatlerden Templierler 1312 yılında dağıtıldılarsa da, varlığını günümüze kadar sürdüren
Rodos-Malta “Hospitalier” Şövalyeleri, Osmanlı güçleri ile 18. yüzyıl sonuna kadar mücadele ettiler.
Haçlı orduları beraberlerinde, yollarda çeşitli tahkimleri gerçekleştirmek ve nehirler üzerinde köprü inşa etmek üzere
manastır dernekleri “Gilde”ler üyelerini götürüyorlardı. Roma lejyonları da, Gildeler’in ana kaynağı olan Collegia inşaat
loncaları üyelerini, aynı amaçla birlikte sefere götürürlerdi. Ordunun hareket kabiliyetini çok artıran bu sistem sayesinde
Gilde mensupları rahipler, zorlu yolculukları sırasında Bizans’da Ortodoks Collegialar mensupları ile, Türkler arasında
güçlü olan Ahilerle ve son olarak da İsmaili kuruluşu Fütüvve mensuplarıyla karşılaştılar.
Bu karşılaşmalar Gilde’lerin, doğudaki Batıni meslek loncaları ile giderek benzeşmelerini sağladı. Bu benzeşmede Gildelere
en büyük etkiyi, İsmaililer ile son derece iyi ilişkiler içinde bulunan Templier Şövalyeleri yaptı. Teplierler, emirleri
altındaki Gilde mensuplarının bünyelerindeki Ezoterik öğretiyi daha da geliştirmelerini sağladılar. Avrupa’ya dönen Gilde
mensupları da, aynı örgütün Fransa’daki nispeten laik benzeşi olan Confreries’de (kardeşlik) benzeri gelişmelerin oluşmasına
neden oldular.
Templier Şövalyeleri 1118 yılında “İsa’nın Fakir Askerleri” adı altında, San Bernardo Di Chiaravalle adlı bir piskopos ve
onun yeğeni Şövalye Hugs De Payens tarafından kuruldu. De Payens ve farklı ülkelerden seçilen sekiz Şövalye daha Kutsal
Toprakları kafirlerden korumak ve muhtaç kimselere yardım etmek amacıyla 1119 yılında Kudüs’e gittiler(4).
Kudüs Hristiyanlar tarafından, Fatımilerin elinden alınmıştı. Ancak Fatımiler bunu büyük bir kayıp olarak görmediler.
Aksine, Müslümanlığın, en az Katoliklik kadar tutucu kesimi olan Sünnilerle savaştıkları için, Hristiyanlarla ittifaka
girdiler. Kudüs’ü geri alabilmek için Haçlılarla savaşanlar Sünniler’di çünkü, Kudüs onlar için de kutsal bir şehirdi.
Fatimilerin günümüzdeki ardılları olan Dürziler, Mezhebe ait ritüellerde Haçlılarla Batıni Müslümanlar arasındaki
dayanışmanın örneklerini göstermektedir. Bu mezhebin bünyesindeki Hristiyan kökenli bazı inanışların altında da söz konusu
işbirliği yatmaktadır.
Selahattin Eyyubi’nin 1171 yılında Fatimi devletine son vermesi, Sünni iktidarla sürekli mücadele içinde olan İsmaililer ile
Haçlıların dayanışmasını daha da artırdı. İsmaililer’in en radikal kolu olan Hasan Sabbah fedaileri ile, Haçlıların önde
gelenleri Şövalyeler arasında zaman içinde özel bir bağ oluştu (5).
Kudüs’e gelmelerinden sonra, Kral Baudouin II tarafından Süleyman Mabedini korumakla görevlendirilen ve mabedin yerinde M.S.
540’da Bizans İmparatoru Jüstinyanus tarafından inşa edilmiş bulunan kilisede kendilerine yer verilen “İsa’nın Fakir
Askerleri”, yeni görevleri nedeniyle isimlerini değiştirdiler ve “Knights Templar” (Mabet Şövalyeleri) adını aldılar. Bir
süre sonra bu Şövalyelere ve örgütlerine kısaca “Templierler” denilmeye başlandı.
Şövalye De Payens ve beraberindekiler Kudüs’e geldikten kısa bir süre sonra İsmaililer ile karşılaştılar. Gilde mensubu
rahiplerden Şövalyeler hakkında bilgi alan ve onların Hristiyan camiası içindeki en etkili ve bilgili kişiler olduğunu
öğrenen Hasan Sabbah, Mabet Şövalyeleri ile görüşmeyi özellikle istedi. Bu isteğin altında, Templierler’in eski bir Batıni
doktrin mabedini koruma görevini üstlenmeleri ve mabet içinde bazı kaybolmuş sırları açığa çıkarmak için yaptıkları
araştırmaların da etkisi vardı. Bazı araştırmacılar, De Payens’in amcası olan piskopos Chiaravalle’nin Avrupa’da yaşayan
Kabbalacılardan, mabedin temellerinde gömülü olan bazı Ezoterik sırların yerlerini öğrendiğini ve tarikatı da sırf bu
sırların bulunması için kurduğunu ve Kudüs’e gönderdiğini öne sürmektedirler. Kimi iddialara göre, aralarında kaybolan bir
kutsal kelimenin yazılı olduğu taş levha da dahil olmak üzere, sırların büyük bölümü Şövalyeler tarafından mabedin temelleri
arasında ortaya çıkarılmıştır.
Hugs De Payens ve diğer Şövalyeler, davet üzerine, Hasan Sabbah’ı Alamut kalesinde ziyaret ettiler. Burada Sabbah’ın kurduğu
sistemi gözleriyle gören Şövalyeler, örgüt ve Batıni doktrin hakkında da ilk ağızdan bilgiler aldılar. Kudüs’e geldikleri
sırada Katolik inancın en önde gelen savunucuları arasında yer alan Templierler, Hasan Sabbah ve Dailerini tanıdıktan,
İsmaili öğretisini derinlemesine inceledikten sonra, Katolik inanç tarzından giderek uzaklaşılar ve akılcılığı ön plana
çıkaran Ezoterik doktrine bağlandılar. Templier’lerdeki bu inanç değişikliği, kurdukları güçlü örgüt sayesinde tüm Avrupa’ya
yayılırken, Katolik kilisesinin de giderek zayıflamasına yol açtı. İsmaililerle ilişkileri Templierler’in tüm felsefesini
değiştirmişti ancak bu ilişki, örgütün sonunu getiren suçlamayı da bünyesinde barındırdı. Templierleri yok etmek için bahane
ararken Papalık, tarikati “Müslümanlarla ilişki kurmak ve hatta Müslümanlaşmakla” suçladı.
Templierler Hasan Sabbah’dan Ezoterik öğreti ile birlikte bir şeyi daha öğrendiler; gerçek inançlarını saklamayı ve iyi
birer Hristiyan gibi görünmeye devam etmeyi. O kadar ki, 1128 yılında Papa Honarius, gösterdikleri yararlılıklar nedeniyle
tarikatin şubelerinin tüm Hristiyan dünyasında açılmasına izin verdi. Yine Papa, 1139 yılında da Templierler’in herhangi bir
dünyevi ve dini otoriteye tabi olamayacağını ve sadece Papanın kendisine karşı sorumlu olduklarını açıkladı. Bu izin ile
Templierler’in üzerinden her türlü şüphe ve dini baskı kalkmış oldu.
Şövalyeler, Hristiyan görünme zorunluluğu ile Ezoterik inançlarını birarada tutabilmek için üzerine yemin etmek üzere,
Ezoterik bir yapısı bulunan Yohanna Incili’ni seçtiler. Templierler’in bu seçimi diğer Şövalye örgütlerini de etkiledi. Her
türlü girişimde Templierler’i örnek alan diğer Şövalye örgütleri de aynı İncil üzerine and içmeye başladılar. Öyle ki,
Şövalyelik kurumunun bir diğer ünlü mümessili olan ve savaşlarda yaralananlara yaptıkları yardımlardan dolayı kendilerine
“Hospitalierler” denilen Şövalyelerin bir diğer adı da, “Sen Jan Şövalyeleri” idi. Daha önce belirtildiği gibi, İsa
öğretisinin Ezoterik içeriğini anlatan İncil, Sen Jan tarafından kaleme alınmıştı.
Örgütlenmelerini İsmaili teşkilatı yapısını örnek alarak gerçekleştiren Templierler, disiplin, hiyerarşi, tarikatın başkanı
olan “Büyük Üstada mutlak bağlılık ve itaat gibi İsmaili uygulamalarını sürdürdüler. Üç dereceli bir inisiasyon sistemi
kurdular. “Mass” adı verilen ayinlerde, Kutsal Ruh’un sembolü olarak kabul ettikleri ekmeğe, kirli olabilecek elleriyle
değmemek için eldiven giyen Templierlerin önlükleri de koyun postundan yapılmıştı ve beyazdı. Templier’lerin yanlızca
önlükleri ve eldivenleri değil, tüm giyisileri beyazdı. Bu geleneği de İsmaililer’den alan Templierler, tek fark olarak,
göğüslerinin üzerine Haçlıların sembolü olan kırmızı bir Haç diktirirlerdi.
Tarikata üyeler ketumiyet yemini ederek alınırlardı ve yeminini bozanlar bunu hayatlarıyla öderdi. Şövalyeler birbirlerine
“Kardeş” diye hitap ederlerdi. Üç dereceli örgütlenme yapılarında ilk derece sahiplerine, daha yukarı dereceli üyelere
hizmet etme zorunluluğu nedeniyle “Serving Brothers” denilirdi. İkinci derecede birer “Chaplaini” olan tarikat üyeleri,
Şövalye, “Knight” unvanını ancak en üst derecede elde edebilirdi.
Tempierler’in. bayrakları, evrende iyinin ve kötünün birarada bulunduğunu sembolize etmek amacıyla siyah ve beyaz renklerden
oluşmuştu. Teplierler de, öğreticileri İsmaililer gibi, yüce bir varlığa ve insanın o varlığın bir parçası olduğuna
inanıyorlardı. Şövalyelerin en önemli prensibi, herkesi inançlarında özgür bırakmak, kendi inançlarını kimseye zorla kabule
çalışmamak olmuştur. Bu durum tarikat ile Katolik kilisesi arasındaki en önemli ayrılıklardan birisi haline geldi.
Templierler, tıpkı İsmaililer gibi birbirlerini tanıyabilmek için gizli işaret, parola ve semboller kullandılar. Bu gizlilik
daha sonraki yıllarda Papalığın baskılarından kurtulmak için de işe yaradı. Templierler ayrıca İsa’nın çarmıha gerildikten
sonra öldüğünü, yani onun bir fani olduğunu savunuyorlardı. Onlara göre göğe yükselen şey, İsa’nın tekamül etmiş ruhuydu.
Yani Tanrı ile birleşen İlahi Kelamdı.
Templierler, Papadan tüm Avrupa’da teşkilatlanma iznini aldıktan sonra, bir çeşit bankerliğe başladılar. Kutsal savaş veya
Hac için kutsal topraklara gitmek üzere yola çıkan asker ya da hacılardan paraları, ülkelerindeki Templier teşkilatı
tarafından alınıyor ve buna karşılık alınan paranın miktarının belirtildiği bir belge veriliyordu. Asker veya hacı, gittiği
ülkedeki Templier teşkilatına bu belgeyi gösterdiğinde, parasını eksiksiz alıyordu. Sistemin iyi çalışması ve dürüst
Şövalyelerin elinde olması, zamanla Templierler’e olan güveni iyice artırdı. Bir süre sonra Templierler önemli miktarlarda
parayı işletmeye başladılar. İşletmecilik, muazzam bir servetin birikmesine ve bu arada da, duvarcı ustalarının üye
bulunduğu Masonluk ile diğer mesleki kuruluşların da Şövalyelerin emri altına girmelerine neden oldu.
Güçlü örgüt yapısı ve muazzam servet, büyük bir güçle birlikte endişeyi ve kıskançlığı da beraberinde getirdi. Selahattin
Eyyubi’nin 1187 yılında Kudüs’ü ele geçirmesi ve Latin krallığına son vermesi üzerine Templierler, diğer Şövalye Tarikatleri
ile birlikte Kudüs’ü terketmek zorunda kaldılar. Templierler önce Akka’ya, buradan da Kıbrıs’a geçtiler. Bu sırada tarikatin
Büyük Üstadı, soylu bir Fransız aileden gelen Jacques De Molay’dı. O sıralar, dönemin Fransa Kralı “Güzel Philip” güç günler
yaşıyordu. Maddi sıkıntılarını atlatmak için Templierler’den büyük miktarlarda borç almıştı ve geri ödemekte zorlanıyordu.
Karşısında maddi açıdan çok kuvvetli ve tüm Avrupa’ya yayılmış bir örgüt olması Kral Philip’i yalnız başına harekete
geçmekten alıkoyuyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Papalık da Templierler’in Katolik kilisesini giderek zayıflattığının
farkına varmıştı ve teşkilatı yok etmek için bir fırsat kolluyordu.
Kıbrıs’tan sonra Templierler merkez olarak Londra’yı seçtiler. Yöneticilerin çoğunluğu Londra’da olmasına karşın, örgütün
Paris kolu son derece güçlüydü. Kentin üçte biri Templierler’in kontrolü altındaydı ve Kral Philip’in yargılama yetkisinin
dışındaydı. Kuruma bağlı tüm zanaatkarlar, Papalığın kendilerine verdiği haklar doğrultusunda özgür zanaatkarlardı ve
krallığın tüm yükümlülüklerinden muaftılar.
Bu duruma bir son vermek isteyen ve bu arada Templierler’e olan borcundan da kurtulmak niyetinde bulunan Kral Philip, yoğun
bir kulis faaliyeti sonucu 5. Clement’i Papalığa seçtirdi. Templierler’in uyguladığı laik sistemin Papalık için ne demek
olduğunu iyi bilen ve ayrıca Kral Philip’e borcunu ödemek isteyen Papa Clement, cemiyetin tüm Avrupa’da lavını isteyen bir
emirname yayınladı. Papa’nın bu emirnamesini yayınlamasından hemen önce Kral Philip, yeni bir Haçlı seferi düzenleneceği
bahanesiyle Templierler’in Büyük Üstadı De Molay’i ve örgütün diğer önde gelenlerini İngiltere’den Fransa’ya davet etti.
De Molay ve 60 Templier Şövalyesi, Ekim 1307’de, Philip’in çağrısına uyarak Paris’e gittiler. Philip, onurlarına düzenlediği
bir yemek sırasında De Molay ve Şövalyeleri tutuklatırken, Papalık da, halkı onlara karşı kışkırtmak için tüm kiliselerde
Templierler aleyhine vaazlar verdirtti. Tüm Avrupa’da büyük bir Templier avı başladı. Örgütün mal varlıklarına ve
arazilerine krallıklar tarafından el konurken, taşınabilir hazinelerin bir kısmı, Şövalyelerin bazılarıyla birlikte Rochelle
limanından 18 gemi ile hareket etti. Bu gemiler ve Şövalyeler hakkında daha sonra hiçbir bilgi alınamadı.
Papalığın bu tutumu, Templierler’le birlikte, onlarla sıkı ilişki içinde olan bir başka kuruluşun, Gildeler’in de sonunu
getirdi. Gilde mensubu inşaatçı rahipler, ya rahiplik mesleğini sürdürmek ya da inşaatçılığı seçmek zorunda kaldılar.
İnşaatçılığı seçenler Masonlar arasında katılırken, Gildeler de tarihin karanlık sayfalarına gömüldüler.
Takipten sağ kurtulan Şövalyelerin büyük kısmı İskoçya’ya sığındılar. İskoçya Kralı Robert Bruce, kendilerini çok iyi
karşıladı. Bu Şövalyeler, artık bir örgüt olarak etkin olamayacaklarının farkındaydılar. Bu nedenle o sıralar kendilerinden
sonraki en yaygın Ezoterik içerikli teşkilat olan Masonlara katıldılar. Yalnız İskoçya’da değil, tüm Avrupa’da Mason
locaları Templier Şövalyelerine kapılarını açtılar (6). Bu katılma ile localara da büyük bir canlılık geldi. O günden
itibaren Masonluk, bir mesleki kuruluş olmanın yanısıra, Ezoterik doktrinin Avrupa’daki uygulayıcısı ve yayıcısı konumuna
yükseldi. Bu arada, Şövalyelerin ve Gilde mensubu rahiplerin katılımları neticesinde localarda mesleki çalışmaların yanısıra
fikri çalışmalar da ön plana çıkmaya başladı.
Kral Philip ve Papalık tarafından yakalanan Şövalyeler, bir din adamları kurulu tarafından yargılandılar. Onlara, ahlaka
aykırı törenler uygulamak, Haç’a hakaret etmek ve Salibi ayaklar altına almak, İsa’nın Tanrılığını reddetmek, Müslümanlarla
işbirliğinde bulunmak ve Müslamanlığa yakınlaşmak, dini yasalardan sapmak ve sihirbazlık yapmak gibi suçlamalar yöneltildi.
Hepsi engizisyon işkencelerinden geçirildi ve itirafları zorla alındı. Örgüt 1312 yılında resmen lağvedildi. Taşınmaz malları
ve tüm imtiyazları, Katolik kilisesine daha yakın olarak tanınan Sen Jan Şövalyelerine verildi. 1530 yılında Malta
Şövalyeleri adını alan bu Şövalyeler, Templierler’in mallarını, kendi öz varlıklarına katmaksızın bugüne kadar muhafaza
ettiler.
De Moley ve tutsak diğer Şövalyeler, yedi yıl süren hapis hayatından sonra, 1314 yılında direklere bağlanarak yakıldılar.
Böylece Ezoterik-Batıni doktrinler Müslüman dünyasında Hallac-ı Mansur’dan sonra, aradan yüzyıllar geçmiş olmasına karşın,
Hristiyan dünyasından da yandaşlarını kurban vermiş oldu.
Templierler’in başına gelenler, Dante tarafından “İlahi Komedi” adı altında ölümsüzleştirildi. Viyana müzesinde bulunan bir
Dante kabartmasının arkasında, “Kutsal Kadoş Tarikatinden İmparatorluk Prensi Templiye Kardeş” ibaresinin bulunması, aradan
uzunca bir süre geçmiş olmasına rağmen Templier teşkilatının, başka örgütler bünyesinde de olsa, varlığını sürdürmekte
olduğunu göstermektedir.
Dante’nin ünlü eserinin Ezoterik yorumuna kısaca bir göz atmak, Templierlerin inançları hakkında da bazı fikirler verecektir
(7).
Dante’nin İtalya’dan çıkmış olması bir tesadüf değildir. İtalya, Papalığın ve Katolik kilisenin yanısıra Pisagor
Enstitüsü’nün, Roma Collegiaları’nın, Gildeler’in vatanıdır. Masonluğun ana kaynağının Collegialar olduğu düşünülürse, bu
örgütün doğum yeri de İtalya olarak kabul edilebilir. Dante’nin Templier Şövalyesi unvanını Masonluk bünyesinde alması,
Ezoterik doktrinin ve tarikatin varlığının Masonluk içinde sürdüğünü göstermektedir. 1265 yılında doğan Dante, 1295’de, 30
yaşındayken, doktor ve simyagerlerin çoğunlukta bulunduğu bir locaya üye olmuştur. Dante de, kendisinden önceki tüm Ezoterik
inançlılar gibi laiklik taraftarı olmuş ve tüm yaşamını din ile devlet işlerinin ayrılmasına adamıştır. Dante’ye göre
Papalık ruhani kudretin, imparatorluk da dünyevi kudretin sahipleridir ve her ikisi de tam anlamıyla eşittir. Eşit iki
kuvvet sahiplerinden kilise devlet işlerine imparator da din işlerine karışmamalıdır.
Dante’nin İlahi Komedi’de bir sembolizma dili kullandığı görülmektedir. Örneğin Cehennem tam Kudüs’ün altındadır. Bu
noktadan Dünyanın merkezine uzatılan hatta Araf, Cehennemle tam hizada ancak yeraltında değil, tam tersine bir dağın
tepesinde Cennet bulunur. Aynı çizgi gök yüzüne devam ettilirse, Tanrıya ulaşılır.
Dante’nin en çok kullandığı semboller sayısal sembollerdir. Tanrısal teslisi ifade eden 3, bunun karesi 9 ve Pisagor
öğretisini hatırlatırcasına mükemmelliğin ifadesi olan 10 sayılarını kullanır üstad. Uhrevi alem, Cennet, Araf ve Cehennem
olmak üzere üçe ayrılır. Komedya, bu üç kısımdan oluşur. Her kısımda 33 bölüm vardır. Kitap başlangıçtaki giriş bölümüyle
birlikte 100 bölümden ibarettir. Dante, 10’un karesi olan 100. bölümde mükemmeli, yani Tanrıyı görür.
Dante, Cennet bölümünde yedikçe daha çok acıkan bir kurt’u anlatır. Bu kurt Katolik kilisesini remzetmektedir. Üstad,
Templierlerin ölümüne neden olan Papa 5. Clement’i çoban kılığında bir aç kurt olarak nitelendirir.
Dante, insan ruhlarının Tanrıya yaklaştıkça giderek birer ışığa dönüştüklerini ve Tanrıya ulaşınca da, tarifi mümkün olmayan
bu İlahi Nur ile birleştiklerini yazmaktadır. Bu ifade tarzı, ruhun yegane hedefinin Tanrıya ulaşmak olduğunu söyleyen
Ezoterik öğretinin o dönemdeki anlatımından başka birşey değildir.
Dante’ye göre, Tanrının bünyesinde varolan üçlü ilahi kudret Hristiyan teslisini ve İsa’nın hem insan, hem Tanrı oluşunu
izah etmektedir. Allah’ın insanı kendi suretinde yaratmış olmasını insanın Tanrısallığına bağlayan Dante, Ezoterik sırlar
için Cehennem bölümünde şöyle yazar: “Siz ki, sağlıklı bir akla sahipsiniz. Şu tuhaf mısraların arasında saklanan doktrini
kavrayınız”…
Bu noktada şunu da ifade etmek gerekir; Dante, yaşadığı dönemde aydınlar arasında çok yaygın olan “Fedeli D’amore” (Aşk
Dostları) edebi akımına da mensuptur. Ezoterik içerikli bu akım, diğer benzeri örgütler gibi, başkalarınca anlaşılamayacak
gizli bir dile sahipti.
Dante, İlahi Komedi’sinde hakikati aramaktadır. Bunun için üç seyahat yapar. İlk seyahati Cehennemedir ve büyük engellerle
doludur. İkinci seyahat, yani Araf seyahati daha kolay ve ümit doludur. Üçüncü seyahat yani Cennet ise, müzik, dans ve ışık
eşliğinde yapılan bir seyahattir. Bu seyahatler sırasında Dante’ye Virgil (Akıl), Beatris (Güzellik) ve Sen Bernar’ın
simgelediği İlahi İrade (Kuvvet) rehberlik etmektedir. Seyahatlerinin sonunda Dante İlahi Nura, yani Tanrısal Hakikate
kavuşmaktadır.
Dante, düşüncelerini şöyle dile getirmektedir.: “Beni meydana getiren ilahi kudret, en yüce akıl, hikmet ve ilk aşktır”…
Dante’nin gördüğü İlahi Nur bir üçgen şeklindedir. Diğer bir deyişle o, Nurlu Deltayı görmüştür. Deltanın ortasında
Dante’nin kendi yansıması, yani insan durmaktadır. İnsan Tanrının bir parçasıdır ve Tanrı insanın içindedir. İnsan kendisini
yeterince araştırırsa, içindeki vasıfları geliştirirse, bünyesinde varolan sırlara erecek ve aradığı hakikatin kendisinde
bulunduğunu anlayacaktır.
Fransa katliamından sonra Templierler’in sağ kurtulan üyelerinin Mason localarına dahil olmalarına karşın, Papalık Masonluğa
uzunca bir süre için dokunmadı. Onlara tanınan imtiyazları kaldırmadı çünkü, Hristiyan aleminin kilise ve katedral yapan
insanlara ihtiyacı vardı. Masonlar, inşaat yapımı sırlarını büyük bir titizlikle korumuşlardı ve bu sır saklama gelenekleri
varlıklarının idamesi için de gerçek sebep oldu. Gildeler’in dağılması da Masonların yaşamaları için bir başka nedendi.
Duvarcı ustaları, yaptıkları işin devamlı gezmelerini gerektiren türden bir iş olması nedeniyle herzaman özgür olmuşlardı.
Bu gelenek binlerce yıldan bu yana süregelmekteydi ve onların bu özgürce dolaşabilme ve örgütlenme avantajları sayesinde
birçok fikir akımı, Masonlar ile tüm Avrupa’ya yayıldı. Bu nedenle örgütün adı “Free Masons” (Hür Duvarcılar) örgütü idi
(8).
Templierler’in etkisi sayesinde örgütlenmelerini, İsmaili zanaatkar örgütü Fütüvve’leri örnek alarak gerçekleştiren Mason
locaları, sadece birer inşaatçı birliği değil, felsefi konuların da işlendiği birer eğitim ocağı durumundaydılar. Bu
vasıfları, Şövalyelerin ve Gilde mensuplarının aralarına dahil olması ile daha da güçlendi. Simya bilmi hakkında ilk
bilgilerini, bu bilgileri İsmaililer’den almış olan Templierler vasıtasıyla elde eden Masonlar, Kabbala ile de
ilişkideydiler. Kabbala okulu mensupları ile kurulan ilişki sonucu Masonlar arasında Simya oldukça ön plana çıktı.
Templierler’in dağılmasından sonra Masonluk, Avrupa’da örgütü bulunan yegane kuruluş olarak kaldı. Masonlar’ın o sırada, tüm
Avrupa ülkelerinde yaklaşık 9 bin locasının bulunduğu tahmin edilmektedir. Mason localarının büründüğünü yeni hüviyet,
asillerin ve entellektüel çevrenin de dikkatini çekti. Örneğin, 1442 yılında İngiltere kralı 5. Henry ve saraydaki pekçok
asil, kardeşlik örgütüne üye oldular.
Localarda metafizik, teoloji ve felsefe konuşuluyordu. Ancak ortaçağ Masonları, öğretileri uyarınca Roma kilisesine oldukça
uzak bir mesafedeydiler. Dönemin yoğun dini baskıları, Masonların gerçek inançlarını açıkça ortaya koymalarına engel
oluyordu. Esasen duvarcı ustaları, kilise ile en yakın oldukları Gilde’ler döneminde dahi, Papalığın tahakkümü altına
girmekten özenle kaçınmışlardı. Ortaçağ Masonları’nın gerçek düşüncelerini ortaya koyabilecekleri yegane yer, kendi
yarattıkları eserlerdi. Masonlar eserlerinde daima Batıni semboller kullandılar. En büyük eserleri olan katedraller ve
kiliselerde dahi, kendi sembollerinin yanısıra, simya sembollerini kullanmaktan çekinmediler. Hatta biraz daha ileri giderek
katedralleri, Papalığın resmi tutumuyla alay edercesine, açık saçık denilebilecek türden heykellerle doldurdular.
Masonlar’ın katedrallerde kullandıkları Simya sembollerine bir örnek olarak “VİTRİOL” kelimesini verebiliriz. Vitriol,
Latince’de “Visita İnteriora Tellus Rectifacando İnveniens Occultam La-pidem” kelimelerinin baş harflerinin birleşimi olan
bir kelimedir. “Dünyanın merkezini ziyaret et. Orada gizli taşı (Felsefe Taşını) bulacaksın” anlamına gelen bu kelimenin
Ezoterik açılımı “her insanın hakikati kendi içinde bulacağı” şeklindedir. Kelime, günümüz Masonluğunca da bir sembol olarak
kullanılmaktadır. Masonluğa özgü imkanlar, büyük mimarlar ve taş ustalarının yanısıra, dönemin fizolozoflarının da çok işine
yarıyordu. Yol üstündeki Localarda barınabilme, gerektiğinde ödünç para alınarak bir sonraki Locaya yolculuk etme, sağlıkla
ilgili her türlü soruna çare bulma gibi imkanlar, o dönem için bulunamayacak nimetlerdir. Yaşlı ve hasta kardeşlere, dul
kalan Mason eşlerine yardım eden bir sandığın bulunması, derneğin sosyal yönününün güçlülüğünü ve giderek Hümanizm akımının
ortaya çıkmasında nasıl etkin rol oynadığını göstermektedir.
İstanbul’un 1453’de Türkler tarafından alınması ve Bizans İmparatorluğunun son buluşu ile, birçok Bizanlı İtalya’ya göç
etti. Göç edenler arasında bilim adamları ve fizolofların yanısıra, Ortodoks Collegia kardeşleri de bulunuyordu. İtalya’daki
Mason Localarına katılan bu yeni kardeşler, olayların ivmesinin tırmanmasına neden oldular. Ayrıca, Müsmümanlarm elinde
bulunan klasik ticaret yollarına karşı alternatif yolların bulunması, yeni kıtaların keşfi Avrupa’da refahın giderek
artmasıyla sonuçlandı. Artan refahla birlikte, insan haklan gibi soyut kavramlar da gündeme geldi.
15. yüzyılda krallar ve giderek imparatorlar, derebeylerine karşı kesin üstünlük kurdular. Bunlar, Hristiyan alemini kendi
tapulu malı gibi görmeye alışmış Papalığa karşı, daha bağımsız olabilmek için girişimlerde bulunmaya başladılar. Ancak,
Papalığın elinde çok güçlü bir silah, “Afaroz” tehdidi vardı, Papa, kim olursa olsun, bir kişi ya da kurumu afaroz ettiği
anda, bu kişi ya da kurum toplumdan tamamiyle soyutlanıyordu. Afaroz edilen Şarlman, Papa’nın kendisini affetmesi için
günlerce kilisenin önünde yalınayak beklemişti.
Ancak bu silahın olur olmaz kullanımı, geri tepmesine yol açtı. Giderek, Papalara tepki olarak milli hisler güçlenmeye
başladı. Sonuçta milli kiliseler Papalık karşısına bazı hak iddiaları ile çıktılar. Karmaşa o boyutlara ulaştı ki, bir ara
ortaya birbirlerini afaroz eden üç Papanın çıktığı bile oldu.
İstanbul’un Türkler tarafından fethinden kısa bir süre sonra, 1460 yılında İtalya’nın Floransa kentinde “Eflatun Akademisi”
kuruldu (9). Marcile Ficin tarafından kurulan bu akademide Hristiyan felsefesi ile Ezotorik doktrin görüşleri uzlaştırılmaya
çalışıldı. Aynı nitelikli çalışmalar diğer İtalyan kentlerine de sıçradı ve Venedik, Cenova, Roma gibi kentlerde yeni
akademiler kuruldu. Bu akademelerin araştırmaları sonucunda, manastırların tozlu arşivlerinde yüzyıllardır unutulmuş eski
Yunan eserleri gün yüzüne çıkarıldı.
ROSE CROIX
Öte yandan, 1510 yılında İngiltere’de, ünlü Simyagerlerin bir araya geldikleri “Müneccimler Birliği” kuruldu. Kökenini
Kabbalacılardan, Kudüs’den kaçan Şark Şövalyelerinden ve Templierler’den alan bu dernek, 1570 yılında Almanya’da “Rose Croix
Kardeşleri” cemiyetini kurdu (10). Rose Croix’ların, Müneccimler Birliği’nin bir yan kolu olarak kurulduğuna dair bir belge,
Michel Maier’e ait bir Manüskir’de bulunmaktadır ve halen Leipzig kütüphanesinde muhafaza edilmektedir.
Hermes, Kabbala, Eflatun, kısaca tüm Ezoterik ekollerin bir sentezi olarak kurulan Rose Croix, Eflatun’un etkisiyle,
Ezoterik öğreti bünyesindeki akılcılığı ön plana çıkardı. Johan Valentin Andreae, Michael Maier, Francois Bacon, Jacob
Boehme ve Robert Fluud gibi düşünürlerin eserleri ile Rose Croix tüm Avrupa’da, özellikle de Almanya, İngiltere ve Fransa’da
etkili bir kuruluş haline geldi. Ancak Rose Croix, dünyanın kaderini etkileyen zirveye, Martin Luther ile ulaştı (11).
İngiliz Müneccimler Birliği bir süre sonra, Simya’nın giderek önemini kaybetmesi nedeniyle, tüm bilim dallarını kapsayan,
“Royal Society”e dönüştü. Çok sayıda İngiliz bilim adamının üye olduğu ve kraliyetin himayesinde olan bu kuruluş, üyelerinin
akılcılığı ön planda tutmaları ile ün yapmıştı. Ancak üyeler, bilim ile sezgisel yaklaşımı birleştirmeyi başarmışlardı.
Royal Society’ye üye olmalarının yanısıra birer Rose Croix da olanlardan John Dury, ışığın, yani Tanrının insanın içinde
olduğunu yazarken, tüm modern bilimlerin babası olarak tanınan Francois Bocon ile deneysel Fiziğin kurucularından olan
Robert Boyle, benzeri görüşü içeren eserler kaleme aldılar. Bacon, ünlü eseri “Nova Atlantis”de, Ezoterik doktrinin ön
planda tutulduğu yeni bir dünyanın kurulması planları yaparken, Böyle da bu planı gerçekleştireceğini umduğu “Görünmez
Kurul”un yaratıcısı oldu. Royal Society üyesi olan İsac Nowton’un, Rose Croix Jacob Boehme’nin etkisi altında kalmış olması,
bilim dünyasının bu kuruluştan ne denli yararlandığının göstergesidir.
Rose Croix’lar, kendileri gibi Ezoterik doktrinin savunucusu Masonlarla sürekli temas içindeydiler. Zaten büyük bölümü,
Mason Localarının üyeleriydi. Örneğin Londra locaları büyük üstadı Christoper Waren, hem Rose Croix hem de Mason’du. Ayrıca,
her iki kuruluşa da üye olan kimyacı ve matematikçi Robert Moray, Royal Society’nin birinci başkanıydı. Rose Croix ile
Masonluk prensiplerinin aynılaşmaları, “Hermes’e tapan İngiliz” lakabı verilen Elias Ashmole ile oldu. Sülayman Evi’ni
yapmayı kendisine amaç edinen bir dernek kuran Ashmole, bu derneğin Mason lokalinde toplanmasını sağladı. Bu ilişki zaman
içinde Masonluğun aynı gayeyi paylaşması noktasına ulaştı ve dernek de Masonluk içinde eridi.
Bu arada Rose Croix’lara özellikle kıta Avrupa’sında, başta Cizvitler olmak üzere tüm dini kurumlar şiddetle saldırmaya
başladı. Bu saldırılar 1630 yılına kadar sürdü ve Malineler Konseyi, Rose Croix’yı sihirbazlık ve dini sapkınlıkla
suçluyarak tarikatın kapatılmasını, üyelerinin tutuklanmalarını isteyen bir emirname yayınladı. Bu karar üzerine,
Templierler’in başlarına gelenler kendilerine örnek olan Rose Croix’lar, tıpkı onlar gibi Masonlar’a katıldılar. İki
kuruluşun bundan sonra birlikte hareket ettikleri, 17. yüzyıl ortalarında Henry Adamson tarafından yazılmış şu mısralardan
da bellidir:
“Rose Croix kardeşleriyiz biz.
Mason parolasına ve sezgi özelliğini sahibiz”…
Ayrıca 1724’de yayınlanan “Masonların gizli tarihi” adlı bir eserde de “Rose Croix’lar ve Masonlar aynı inançtaki tarikatın
kardeşleridir” denilmektedir.
1505 yılında Rose Croix’nın Alman örgütüne üye olan Martin Luther, 1512 yılında Teoloji Doktoru unvanını aldı ve Roma
kilisesine karşı milli Alman kilisesini savunan savaşımına başladı. Tanrıyı sevmeyi ve ona inançla sarılmak gerektiğini
savunan Luther, Hristiyanlıkta hiçbir dogmanın bulunmadığı İsa günlerine dönülmesini ve Tanrıyı her Hristiyan’ın sezgisi ile
bulmasını istiyordu. Roma kilisesine ve Papalığın afaroz etme ile, günahları bağışlama gibi yetkileri bünyesinde toplamış
olmasına kızan Luther, özellikle yapılan maddi bağışlar neticesinde insanlara günahlarının affedildiğini gösteren belgeler,
cennet anahtarları verilmesini komedi olarak nitelendirdi. Luther, açıkça ifade etmekten çekinmediği bu düşünceleri
nedeniyle, 1520 yılında Papa 10. Leo tarafından afaroz edildi. Bu afaroz, Luther’in Roma’ya ve onun kutsama kuramına daha
şiddetle saldırmasını sağlayan bir kamçı oldu. İnancı, gözle görülmez ve insanın içinde olan bir duygu olarak nitelendiren
Luther, Papalığa karşı girişimlerine hız verdi. Ancak, Alman yöneticileri nezdinde Papalığın Afarozunun büyük önemi vardı ve
Luther Almanya’dan kovuldu. Luther, kendisini koruması altına alan Saksonyalı Frederick’in şatosuna sığındı. Alman Teolog
burada, şimdiye kadar sadece Latince yayınlanmış olan İncil’i 1522 yılında Almanca’ya çevirdi. Luther, böylece Alman
edebiyatına da kendi dilindeki ilk büyük yapıtını kazandırdı. İncil’in Almanca’ya çevrilmesi, Alman halkının kutsal kitabı
daha iyi anlamasına ve Luther’in öğretisini desteklemelerini sağladı. Luthercilik zamanla tüm Avrupa’ya yayıldı.
Protestanlık adını alan Lutherci görüş ile, Katolik kilisesinin toplumlar üzerindeki mutlak tahakkümü kırılmış oldu (12).
1598 yılında Nantes fermanının imzalanması ile, Fransa’da Katoliklerin yanında Protestanların da yaşayabilecekleri kabul
edildi. Öte yandan, coğrafi büyük keşifler ile, dünya nüfusunun büyük bölümünün Hristiyan olmadığı ortaya çıktı. Bu gerçek,
halkın Papalığa olan inancını biraz daha zayıflattı. Bu arada bilimsel ilerlemeler de durmuyordu. Polonyalı bilgin Copernic
dünyanın hem güneş etrafında hem kendi etrafında döndüğünü ispat etti. Oysa Katoliklerin İncilinde güneşin dünyanın
etrafında döndüğünü yazıyordu.
Kaynakça
1- DİERL Anton Josef – “Anadolu Aleviliği” – Ant Yayınlan İstanbul 1991 Sf.33
2- Zelyut Rıza. “Öz Kaynaklarına Göre Alevilik” – Yön Yayınları – İstanbul 1992-Sf. 42
3- Eyüboğlu İsmet Zeki – “Tasavvuf – Tarikatlar – Mezhepler Tarihi” – Der Yayınları – İstanbul 1990 – Sf. 343
4- NAUDON Paul – “Tarihte ve günümüzde Masonluk” – Varlık Yayınları İstanbul 1968 – Sf. 36
5- BOUCHER Jules. NAUDON Paul – “Masonluk Bu Meçhul” – Okat Yayınevi İstanbul 1966 – Sf. 15
6- Boucher J. – Noudon P. -ie- Sf. 20
7- Erman Sahir – “Dante ve İlahi Komedyanın Ezoterik Yorumu” Yenilik Basımevi – İstanbul 1977 – Sf. 5
8- Naudon Paul -ie- Sf. 34
9- Boucher J. Naudon P. -ie- Sf. 33 l O-Naudon P. -ie-Sf. 34
11- Boucher J. Naudon P. -ie- Sf. 31
12- BAYET Albert “Dine Karşı Düşünce Tarihi” – Broy Yayınları İstanbul 1991-Sf. 55
(252)