Menü

Ezoterizm Tarihi – 11

30 Ocak 2017 - Ezoterizm Tarihi

Kaynak : EZOTERİK – BATINİ DOKTRİNLER TARİHİ
Cihangir Gener

X. BÖLÜM

BATI DÜNYASI VE EZOTERİZM

İSMAİLİLER VE TEMPLİERLER

M.S. 874’den, 1256’ya kadar ortadoğuda İsmaililer’in son derece etkin olduklarına daha önce değinilmişti. Güçleri o denli

artmıştı ki, 1164 yılında, İsmaili İmamı 2. Hasan, Ramazan ayının ortasında şeriatı kaldırdığını açıklamıştı. Oruç tutmanın

yanısıra, namaz kılma ve diğer ibadet zorunluluklarının da kalktığını duyurmuştu. Oğlu, İmam 2. Muhammed de onun sistemini

devam ettirdi (1). İslam dininin öngördüğü zorunlu ibadetlere ancak, Selçuklu yönetiminin, Bağdat hilafeti üzerindeki

İsmaili baskısını kaldırması ile geçilebildi.

Selçuklu işgalinden sonra İsmailliğin İran’da önemli bir güç olarak varlığını sürdürmesini mümkün kılan kişi Hasan Sabbah

oldu. Aslen İranlı olan Sabbah, Fatımi devletinin himayesindeki Kahire Batıni okulunda eğitim gördü. 1090 yılında Mısır’dan

İran’a döndü ve çevresine topladığı İsmaili müridlerinin yardımı ile, Teberistan’da bulunan Alamut kalesini ele geçirdi (2).

Alamut’u alan ve, İsmaili müridlerini acımasız birer fedaiye dönüştüren yeni bir sistem uygulayan Sabbah, Abbasi hilafeti

ile Selçuklu yönetimini devirmek için girişimlerine başladı. Sabbah, örgüt üyelerine “Assasins” adını verdi. Arapça’da

“Bekçiler” yada “Sır Bekçileri” anlamına gelen bu kelime daha sonra, Sünni Müslümanlar tarafından “Haşaş içenler” manasına

“Haşhaşiler” olarak saptırılmaya çalışıldı. Fedailerin Sünni yöneticilere karşı giriştikleri suikastlar nedeniyle aynı

kelime batı dillerine “Suikastçı” anlamında girdi (3).

Sabbah’ın sır bekçileri, yeniden doğuş inancı ile, sınırsız itaat koşuluyla yetiştirilmiş birer fedai idiler. Bu nedenle

örgütün bir diğer adı da “Fedayiin” oldu. Dönemin Selçuklu Sultanı Melikşah’ın elçisinin gözünü korkutmak için seçilmiş

birkaç fedainin kendilerini kale burçlarından aşağı atmaları, ayrıca fedailerin yöneticelere karşı hayatları pahasına

giriştikleri suikast eylemleri tüm dünyada büyük yankılar uyandırdı.

Selçuklu yönetimi Hasan Sabbah’ı ve örgütünü yasadışı ilan etti ve Sabbah’ın şehirlerdeki yandaşlarını temizledi. Sabbah’ın

en önde gelen düşmanı Vezir Nizamülmülk komutasında bir Selçuklu ordusu Alamut kalesini kuşattıysa da, Nizamülmülk’ün bir

fedai tarafından öldürülmesi, bu arada da Sultan Melikşah’ın ölmesi nedeniyle kuşatma kaldırıldı.

Bu karışıklığı iyi değerlendiren Sabbah, İsmailliği tüm İran’da, Suriye’de ve başta Horasan olmak üzere tüm Türk ellerinde

yaydı. İsmaillilik, 1124’de Hasan Sabbah ölene kadar gücünün doruklarında varlığını sürdürdü. Sabbah’ın ölümünü fırsat bilen

vezir Kaşani, nerede görülürse görülsün tüm Batıni inançlıların öldürülmelerini emretti. Binlerce İsmaili kılıçtan

geçirildi. Ancak İsmaillilerin intikamı da büyük oldu ve başta Vezir Kaşani olmak üzere yüzlerce Sünni lider, fedailer

tarafından öldürüldü. Fedailerin, tam yok oldukları zannedildiği sırada gerçekleştirdikleri bu eylemler yüzünden Selçuklu

sultanı Sancar, İsmaililer ile barış istemek zorunda kaldı. Böylece Batınililik bir mezhep olarak resmen tanındı ve

Moğolların Alamut’u almalarına kadar da etkin bir güç olarak varlığını sürdürdü.

İslam dünyasında bu iç savaş sürerken, batıda bambaşka bir girişim ilk meyvalarını veriyordu. Hristiyan dünyasının ruhani ve

siyasi liderleri Papalar, kutsal toprakların kafirlerin elinden kurtarılması için bayrak açmışlardı.

İslamiyetin ortaya çıkışından sonra sürekli yayılması ve doğudan Selçuklular ile Anadoluya, batıdan da Murabıtlar ile

İspanya’ya kadar ulaşması, Hristiyan dünyasında büyük bir endişenin doğmasına yol açtı. Tüm ticaret yolları Müslümanların

elindeydi. Hristiyanlar kendilerini hapsedilmiş, boğulmuş hissediliyorlardı. Nitekim Hristiyanlar, yoğun çabalar sayesinde

Akdeniz’in Müslümanların tekelinden çıkmasını sağladılarsa da, doğu ile ticaret yollarının ellerine geçmemesi yüzünden

bambaşka yolları denemek zorunda kaldılar ve gemilerine atlayarak, bilinen dünyanın sınırlarını genişleten ve yepyeni bir

çağın başlamasını sağlayan o ünlü keşiflerini gerçekleştirdiler.

10. yüzyılda Avrupa’da feodal derebeyleri çok güçlüydüler ve aralarındaki çatışmalar da dur, durak bilmiyordu. Tüm bu

nedenlerle Papalar, uzunca süredir doğuya sefer düzenlenmesini zaruri görüyorlardı. Bu tür seferler ekonomik hayatın

canlanmasını sağlayacak, doğunun zenginlikleri batıya taşınacak ve en önemlisi de Avrupa’daki Hristiyan çatışmaları çok daha

olumlu bir yöne, kutsal toprakların kurtarılması amacına kanalize edilecekti.

Bu yöndeki ilk girişim, Papa II Urbanus’tan geldi. Urbanus aradığı bahaneyi Bizans ile yakaladı. Selçuklu kuvvetleri

karşısında aciz kalan Bizans Hristiyanlarına yardım göndermek için Urbanus propaganda faaliyetlerine başladı.

Urbanus II, doğu Hristiyanlarına yardıma koşanlara Cenneti vaadederek, kısa sürede etrafına çok sayıda yandaş toplamayı

başardı. Ancak bunların hemen hiçbirisi profesyonel asker değil, işsiz güçsüz takımıydı ve en büyük hayalleri, doğudan

yağmalayacakları ile ülkelerine zengin olarak dönmekti.

Papa, hedefin Kudüs’ü Müslümanların elinden kurtarmak olduğunu ilan etmişti. Papa tarafından birleştirilerek yemin eden ve

geri dönene kadar mallarını ve akrabalarını Papalığın himayesi altına sokan Hristiyanlar, yeminlerinin nişanesi olarak

giysilerine haç diktirdiler. Böylece bu kuvvetlere “Haçlılar” denildi.

Müslüman dünyasında Sünni-İsmaili çekişmesinin devam etmesi, Fatımilerin tehlikeli bir düşman olarak tanımlanmamaları ve

Büyük Selçuklu İmparatorluğunun dağılmış olmasından cesaret bulan haçlılar, ilk seferlerine 1095 yılında başladılar. Ancak,

ilk gidenler bir ordu bile değildi. Son derece disiplinsiz olan bu öncüler, gerçek niyetlerini göstermek için Müslüman

topraklarına girmeyi dahi bekleyemediler. Bizans sınırları içinde yağmaya başladılar. Bu ilk Haçlıların sonları çabuk geldi.

Anadolu’ya geçtikleri anda, nededeyse tamamı Türk kuvvetleri tarafından yokedildi. Daha düzenli birlikler, Norman kontu

Baumond liderliğinde Anadolu’ya yeniden çıktılar. İznik’i aldılar ve Türklerle yaptıkları savaşı kazandılar. Türk kuvvetleri

de, çete savaşı sürdürerek Haçlıları sürekli yıprattılar. Haçlılar uzun süren bir kuşatmadan sonra Antakya’yı Selçuklulardan

aldılar. Bauemond kenti Bizans’a vermedi ve kendi egemenliğinde saklı tuttu.

1099’da Haçlı kuvvetleri Kudüs önüne geldiler. O sıralar Kudüs, Fatımiler’in yönetimi altında bulunuyordu. Kısa süren bir

kuşatmadan sonra kenti ele geçiren Hristiyanlar, kentteki tüm Müslüman ve Yahudileri öldürdüler. Kudüs’de Latin Krallığı

kurulduğu ilan edildi. Krallığın başına Baudoin geçti. Baumond ise, Antakya Prensi unvanıyla, kendi prensliğinin başına

geçti. Ancak Baumond kısa bir süre sonra Türk kuvvetlerinin eline geçti ve Antakya da yeniden Türklerin oldu. Antakya

prensinin kurtarmak için gönderilen kuvvetlerin hepsi Türkler tarafından püskürtüldü.

Türklerle Haçlılar arasındaki mücadele bundan sonra, ancak Haçlıların Anadolu topraklarından geçmeleri sırasında yapılan

muharebelerle sınırlı kaldı.

Haçlı seferleri aralıklarla 1270’li yıllara kadar sürdü. Ancak, 1187’de Selahattin Eyyubi’nin Kudüs’ü geri almasından ve

Latin Krallığına son vermesinden sonra Haçlıların ortadoğuda ancak kısmi başarılar sağlayabildikleri görüldü. Haçlı

seferlerinin en başarılı sonucu, Akdeniz ticaretini Müslümanların hegamonyasından kurtarmak oldu. Avrupa’daki ticaret

canlanırken, İslam dünyası giderek geriledi.

Haçlılar ile Türklerin daha sonraki karşılaşmaları Osmanlı İmparatorluğu döneminde oldu. Osmanlıların doğu Avrupa’da sürekli

topraklar almaları ve Viyana’ya kadar ilerlemeleri Avrupa’yı, kutsal topraklara yönelik heveslerinden tamamen vaz geçirdi ve

Hristiyanlar kendi topraklarını koruyabilmek için Osmanlı ordularına karşı tamamiyle Haçlı zihniyeti ve dayanışması içinde

hareket ettiler. Osmanlılara karşı savaşlar, ilk tohumları Kudüs Latin Krallığında atılan dini-askeri Şövalye Tarikatlarının

önderliğinde yürütüldü. Bu tarikatlerden Templierler 1312 yılında dağıtıldılarsa da, varlığını günümüze kadar sürdüren

Rodos-Malta “Hospitalier” Şövalyeleri, Osmanlı güçleri ile 18. yüzyıl sonuna kadar mücadele ettiler.

Haçlı orduları beraberlerinde, yollarda çeşitli tahkimleri gerçekleştirmek ve nehirler üzerinde köprü inşa etmek üzere

manastır dernekleri “Gilde”ler üyelerini götürüyorlardı. Roma lejyonları da, Gildeler’in ana kaynağı olan Collegia inşaat

loncaları üyelerini, aynı amaçla birlikte sefere götürürlerdi. Ordunun hareket kabiliyetini çok artıran bu sistem sayesinde

Gilde mensupları rahipler, zorlu yolculukları sırasında Bizans’da Ortodoks Collegialar mensupları ile, Türkler arasında

güçlü olan Ahilerle ve son olarak da İsmaili kuruluşu Fütüvve mensuplarıyla karşılaştılar.

Bu karşılaşmalar Gilde’lerin, doğudaki Batıni meslek loncaları ile giderek benzeşmelerini sağladı. Bu benzeşmede Gildelere

en büyük etkiyi, İsmaililer ile son derece iyi ilişkiler içinde bulunan Templier Şövalyeleri yaptı. Teplierler, emirleri

altındaki Gilde mensuplarının bünyelerindeki Ezoterik öğretiyi daha da geliştirmelerini sağladılar. Avrupa’ya dönen Gilde

mensupları da, aynı örgütün Fransa’daki nispeten laik benzeşi olan Confreries’de (kardeşlik) benzeri gelişmelerin oluşmasına

neden oldular.

Templier Şövalyeleri 1118 yılında “İsa’nın Fakir Askerleri” adı altında, San Bernardo Di Chiaravalle adlı bir piskopos ve

onun yeğeni Şövalye Hugs De Payens tarafından kuruldu. De Payens ve farklı ülkelerden seçilen sekiz Şövalye daha Kutsal

Toprakları kafirlerden korumak ve muhtaç kimselere yardım etmek amacıyla 1119 yılında Kudüs’e gittiler(4).

Kudüs Hristiyanlar tarafından, Fatımilerin elinden alınmıştı. Ancak Fatımiler bunu büyük bir kayıp olarak görmediler.

Aksine, Müslümanlığın, en az Katoliklik kadar tutucu kesimi olan Sünnilerle savaştıkları için, Hristiyanlarla ittifaka

girdiler. Kudüs’ü geri alabilmek için Haçlılarla savaşanlar Sünniler’di çünkü, Kudüs onlar için de kutsal bir şehirdi.

Fatimilerin günümüzdeki ardılları olan Dürziler, Mezhebe ait ritüellerde Haçlılarla Batıni Müslümanlar arasındaki

dayanışmanın örneklerini göstermektedir. Bu mezhebin bünyesindeki Hristiyan kökenli bazı inanışların altında da söz konusu

işbirliği yatmaktadır.

Selahattin Eyyubi’nin 1171 yılında Fatimi devletine son vermesi, Sünni iktidarla sürekli mücadele içinde olan İsmaililer ile

Haçlıların dayanışmasını daha da artırdı. İsmaililer’in en radikal kolu olan Hasan Sabbah fedaileri ile, Haçlıların önde

gelenleri Şövalyeler arasında zaman içinde özel bir bağ oluştu (5).

Kudüs’e gelmelerinden sonra, Kral Baudouin II tarafından Süleyman Mabedini korumakla görevlendirilen ve mabedin yerinde M.S.

540’da Bizans İmparatoru Jüstinyanus tarafından inşa edilmiş bulunan kilisede kendilerine yer verilen “İsa’nın Fakir

Askerleri”, yeni görevleri nedeniyle isimlerini değiştirdiler ve “Knights Templar” (Mabet Şövalyeleri) adını aldılar. Bir

süre sonra bu Şövalyelere ve örgütlerine kısaca “Templierler” denilmeye başlandı.

Şövalye De Payens ve beraberindekiler Kudüs’e geldikten kısa bir süre sonra İsmaililer ile karşılaştılar. Gilde mensubu

rahiplerden Şövalyeler hakkında bilgi alan ve onların Hristiyan camiası içindeki en etkili ve bilgili kişiler olduğunu

öğrenen Hasan Sabbah, Mabet Şövalyeleri ile görüşmeyi özellikle istedi. Bu isteğin altında, Templierler’in eski bir Batıni

doktrin mabedini koruma görevini üstlenmeleri ve mabet içinde bazı kaybolmuş sırları açığa çıkarmak için yaptıkları

araştırmaların da etkisi vardı. Bazı araştırmacılar, De Payens’in amcası olan piskopos Chiaravalle’nin Avrupa’da yaşayan

Kabbalacılardan, mabedin temellerinde gömülü olan bazı Ezoterik sırların yerlerini öğrendiğini ve tarikatı da sırf bu

sırların bulunması için kurduğunu ve Kudüs’e gönderdiğini öne sürmektedirler. Kimi iddialara göre, aralarında kaybolan bir

kutsal kelimenin yazılı olduğu taş levha da dahil olmak üzere, sırların büyük bölümü Şövalyeler tarafından mabedin temelleri

arasında ortaya çıkarılmıştır.

Hugs De Payens ve diğer Şövalyeler, davet üzerine, Hasan Sabbah’ı Alamut kalesinde ziyaret ettiler. Burada Sabbah’ın kurduğu

sistemi gözleriyle gören Şövalyeler, örgüt ve Batıni doktrin hakkında da ilk ağızdan bilgiler aldılar. Kudüs’e geldikleri

sırada Katolik inancın en önde gelen savunucuları arasında yer alan Templierler, Hasan Sabbah ve Dailerini tanıdıktan,

İsmaili öğretisini derinlemesine inceledikten sonra, Katolik inanç tarzından giderek uzaklaşılar ve akılcılığı ön plana

çıkaran Ezoterik doktrine bağlandılar. Templier’lerdeki bu inanç değişikliği, kurdukları güçlü örgüt sayesinde tüm Avrupa’ya

yayılırken, Katolik kilisesinin de giderek zayıflamasına yol açtı. İsmaililerle ilişkileri Templierler’in tüm felsefesini

değiştirmişti ancak bu ilişki, örgütün sonunu getiren suçlamayı da bünyesinde barındırdı. Templierleri yok etmek için bahane

ararken Papalık, tarikati “Müslümanlarla ilişki kurmak ve hatta Müslümanlaşmakla” suçladı.

Templierler Hasan Sabbah’dan Ezoterik öğreti ile birlikte bir şeyi daha öğrendiler; gerçek inançlarını saklamayı ve iyi

birer Hristiyan gibi görünmeye devam etmeyi. O kadar ki, 1128 yılında Papa Honarius, gösterdikleri yararlılıklar nedeniyle

tarikatin şubelerinin tüm Hristiyan dünyasında açılmasına izin verdi. Yine Papa, 1139 yılında da Templierler’in herhangi bir

dünyevi ve dini otoriteye tabi olamayacağını ve sadece Papanın kendisine karşı sorumlu olduklarını açıkladı. Bu izin ile

Templierler’in üzerinden her türlü şüphe ve dini baskı kalkmış oldu.

Şövalyeler, Hristiyan görünme zorunluluğu ile Ezoterik inançlarını birarada tutabilmek için üzerine yemin etmek üzere,

Ezoterik bir yapısı bulunan Yohanna Incili’ni seçtiler. Templierler’in bu seçimi diğer Şövalye örgütlerini de etkiledi. Her

türlü girişimde Templierler’i örnek alan diğer Şövalye örgütleri de aynı İncil üzerine and içmeye başladılar. Öyle ki,

Şövalyelik kurumunun bir diğer ünlü mümessili olan ve savaşlarda yaralananlara yaptıkları yardımlardan dolayı kendilerine

“Hospitalierler” denilen Şövalyelerin bir diğer adı da, “Sen Jan Şövalyeleri” idi. Daha önce belirtildiği gibi, İsa

öğretisinin Ezoterik içeriğini anlatan İncil, Sen Jan tarafından kaleme alınmıştı.

Örgütlenmelerini İsmaili teşkilatı yapısını örnek alarak gerçekleştiren Templierler, disiplin, hiyerarşi, tarikatın başkanı

olan “Büyük Üstada mutlak bağlılık ve itaat gibi İsmaili uygulamalarını sürdürdüler. Üç dereceli bir inisiasyon sistemi

kurdular. “Mass” adı verilen ayinlerde, Kutsal Ruh’un sembolü olarak kabul ettikleri ekmeğe, kirli olabilecek elleriyle

değmemek için eldiven giyen Templierlerin önlükleri de koyun postundan yapılmıştı ve beyazdı. Templier’lerin yanlızca

önlükleri ve eldivenleri değil, tüm giyisileri beyazdı. Bu geleneği de İsmaililer’den alan Templierler, tek fark olarak,

göğüslerinin üzerine Haçlıların sembolü olan kırmızı bir Haç diktirirlerdi.

Tarikata üyeler ketumiyet yemini ederek alınırlardı ve yeminini bozanlar bunu hayatlarıyla öderdi. Şövalyeler birbirlerine

“Kardeş” diye hitap ederlerdi. Üç dereceli örgütlenme yapılarında ilk derece sahiplerine, daha yukarı dereceli üyelere

hizmet etme zorunluluğu nedeniyle “Serving Brothers” denilirdi. İkinci derecede birer “Chaplaini” olan tarikat üyeleri,

Şövalye, “Knight” unvanını ancak en üst derecede elde edebilirdi.

Tempierler’in. bayrakları, evrende iyinin ve kötünün birarada bulunduğunu sembolize etmek amacıyla siyah ve beyaz renklerden

oluşmuştu. Teplierler de, öğreticileri İsmaililer gibi, yüce bir varlığa ve insanın o varlığın bir parçası olduğuna

inanıyorlardı. Şövalyelerin en önemli prensibi, herkesi inançlarında özgür bırakmak, kendi inançlarını kimseye zorla kabule

çalışmamak olmuştur. Bu durum tarikat ile Katolik kilisesi arasındaki en önemli ayrılıklardan birisi haline geldi.

Templierler, tıpkı İsmaililer gibi birbirlerini tanıyabilmek için gizli işaret, parola ve semboller kullandılar. Bu gizlilik

daha sonraki yıllarda Papalığın baskılarından kurtulmak için de işe yaradı. Templierler ayrıca İsa’nın çarmıha gerildikten

sonra öldüğünü, yani onun bir fani olduğunu savunuyorlardı. Onlara göre göğe yükselen şey, İsa’nın tekamül etmiş ruhuydu.

Yani Tanrı ile birleşen İlahi Kelamdı.

Templierler, Papadan tüm Avrupa’da teşkilatlanma iznini aldıktan sonra, bir çeşit bankerliğe başladılar. Kutsal savaş veya

Hac için kutsal topraklara gitmek üzere yola çıkan asker ya da hacılardan paraları, ülkelerindeki Templier teşkilatı

tarafından alınıyor ve buna karşılık alınan paranın miktarının belirtildiği bir belge veriliyordu. Asker veya hacı, gittiği

ülkedeki Templier teşkilatına bu belgeyi gösterdiğinde, parasını eksiksiz alıyordu. Sistemin iyi çalışması ve dürüst

Şövalyelerin elinde olması, zamanla Templierler’e olan güveni iyice artırdı. Bir süre sonra Templierler önemli miktarlarda

parayı işletmeye başladılar. İşletmecilik, muazzam bir servetin birikmesine ve bu arada da, duvarcı ustalarının üye

bulunduğu Masonluk ile diğer mesleki kuruluşların da Şövalyelerin emri altına girmelerine neden oldu.

Güçlü örgüt yapısı ve muazzam servet, büyük bir güçle birlikte endişeyi ve kıskançlığı da beraberinde getirdi. Selahattin

Eyyubi’nin 1187 yılında Kudüs’ü ele geçirmesi ve Latin krallığına son vermesi üzerine Templierler, diğer Şövalye Tarikatleri

ile birlikte Kudüs’ü terketmek zorunda kaldılar. Templierler önce Akka’ya, buradan da Kıbrıs’a geçtiler. Bu sırada tarikatin

Büyük Üstadı, soylu bir Fransız aileden gelen Jacques De Molay’dı. O sıralar, dönemin Fransa Kralı “Güzel Philip” güç günler

yaşıyordu. Maddi sıkıntılarını atlatmak için Templierler’den büyük miktarlarda borç almıştı ve geri ödemekte zorlanıyordu.

Karşısında maddi açıdan çok kuvvetli ve tüm Avrupa’ya yayılmış bir örgüt olması Kral Philip’i yalnız başına harekete

geçmekten alıkoyuyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Papalık da Templierler’in Katolik kilisesini giderek zayıflattığının

farkına varmıştı ve teşkilatı yok etmek için bir fırsat kolluyordu.

Kıbrıs’tan sonra Templierler merkez olarak Londra’yı seçtiler. Yöneticilerin çoğunluğu Londra’da olmasına karşın, örgütün

Paris kolu son derece güçlüydü. Kentin üçte biri Templierler’in kontrolü altındaydı ve Kral Philip’in yargılama yetkisinin

dışındaydı. Kuruma bağlı tüm zanaatkarlar, Papalığın kendilerine verdiği haklar doğrultusunda özgür zanaatkarlardı ve

krallığın tüm yükümlülüklerinden muaftılar.

Bu duruma bir son vermek isteyen ve bu arada Templierler’e olan borcundan da kurtulmak niyetinde bulunan Kral Philip, yoğun

bir kulis faaliyeti sonucu 5. Clement’i Papalığa seçtirdi. Templierler’in uyguladığı laik sistemin Papalık için ne demek

olduğunu iyi bilen ve ayrıca Kral Philip’e borcunu ödemek isteyen Papa Clement, cemiyetin tüm Avrupa’da lavını isteyen bir

emirname yayınladı. Papa’nın bu emirnamesini yayınlamasından hemen önce Kral Philip, yeni bir Haçlı seferi düzenleneceği

bahanesiyle Templierler’in Büyük Üstadı De Molay’i ve örgütün diğer önde gelenlerini İngiltere’den Fransa’ya davet etti.

De Molay ve 60 Templier Şövalyesi, Ekim 1307’de, Philip’in çağrısına uyarak Paris’e gittiler. Philip, onurlarına düzenlediği

bir yemek sırasında De Molay ve Şövalyeleri tutuklatırken, Papalık da, halkı onlara karşı kışkırtmak için tüm kiliselerde

Templierler aleyhine vaazlar verdirtti. Tüm Avrupa’da büyük bir Templier avı başladı. Örgütün mal varlıklarına ve

arazilerine krallıklar tarafından el konurken, taşınabilir hazinelerin bir kısmı, Şövalyelerin bazılarıyla birlikte Rochelle

limanından 18 gemi ile hareket etti. Bu gemiler ve Şövalyeler hakkında daha sonra hiçbir bilgi alınamadı.

Papalığın bu tutumu, Templierler’le birlikte, onlarla sıkı ilişki içinde olan bir başka kuruluşun, Gildeler’in de sonunu

getirdi. Gilde mensubu inşaatçı rahipler, ya rahiplik mesleğini sürdürmek ya da inşaatçılığı seçmek zorunda kaldılar.

İnşaatçılığı seçenler Masonlar arasında katılırken, Gildeler de tarihin karanlık sayfalarına gömüldüler.

Takipten sağ kurtulan Şövalyelerin büyük kısmı İskoçya’ya sığındılar. İskoçya Kralı Robert Bruce, kendilerini çok iyi

karşıladı. Bu Şövalyeler, artık bir örgüt olarak etkin olamayacaklarının farkındaydılar. Bu nedenle o sıralar kendilerinden

sonraki en yaygın Ezoterik içerikli teşkilat olan Masonlara katıldılar. Yalnız İskoçya’da değil, tüm Avrupa’da Mason

locaları Templier Şövalyelerine kapılarını açtılar (6). Bu katılma ile localara da büyük bir canlılık geldi. O günden

itibaren Masonluk, bir mesleki kuruluş olmanın yanısıra, Ezoterik doktrinin Avrupa’daki uygulayıcısı ve yayıcısı konumuna

yükseldi. Bu arada, Şövalyelerin ve Gilde mensubu rahiplerin katılımları neticesinde localarda mesleki çalışmaların yanısıra

fikri çalışmalar da ön plana çıkmaya başladı.

Kral Philip ve Papalık tarafından yakalanan Şövalyeler, bir din adamları kurulu tarafından yargılandılar. Onlara, ahlaka

aykırı törenler uygulamak, Haç’a hakaret etmek ve Salibi ayaklar altına almak, İsa’nın Tanrılığını reddetmek, Müslümanlarla

işbirliğinde bulunmak ve Müslamanlığa yakınlaşmak, dini yasalardan sapmak ve sihirbazlık yapmak gibi suçlamalar yöneltildi.

Hepsi engizisyon işkencelerinden geçirildi ve itirafları zorla alındı. Örgüt 1312 yılında resmen lağvedildi. Taşınmaz malları

ve tüm imtiyazları, Katolik kilisesine daha yakın olarak tanınan Sen Jan Şövalyelerine verildi. 1530 yılında Malta

Şövalyeleri adını alan bu Şövalyeler, Templierler’in mallarını, kendi öz varlıklarına katmaksızın bugüne kadar muhafaza

ettiler.

De Moley ve tutsak diğer Şövalyeler, yedi yıl süren hapis hayatından sonra, 1314 yılında direklere bağlanarak yakıldılar.

Böylece Ezoterik-Batıni doktrinler Müslüman dünyasında Hallac-ı Mansur’dan sonra, aradan yüzyıllar geçmiş olmasına karşın,

Hristiyan dünyasından da yandaşlarını kurban vermiş oldu.

Templierler’in başına gelenler, Dante tarafından “İlahi Komedi” adı altında ölümsüzleştirildi. Viyana müzesinde bulunan bir

Dante kabartmasının arkasında, “Kutsal Kadoş Tarikatinden İmparatorluk Prensi Templiye Kardeş” ibaresinin bulunması, aradan

uzunca bir süre geçmiş olmasına rağmen Templier teşkilatının, başka örgütler bünyesinde de olsa, varlığını sürdürmekte

olduğunu göstermektedir.

Dante’nin ünlü eserinin Ezoterik yorumuna kısaca bir göz atmak, Templierlerin inançları hakkında da bazı fikirler verecektir

(7).

Dante’nin İtalya’dan çıkmış olması bir tesadüf değildir. İtalya, Papalığın ve Katolik kilisenin yanısıra Pisagor

Enstitüsü’nün, Roma Collegiaları’nın, Gildeler’in vatanıdır. Masonluğun ana kaynağının Collegialar olduğu düşünülürse, bu

örgütün doğum yeri de İtalya olarak kabul edilebilir. Dante’nin Templier Şövalyesi unvanını Masonluk bünyesinde alması,

Ezoterik doktrinin ve tarikatin varlığının Masonluk içinde sürdüğünü göstermektedir. 1265 yılında doğan Dante, 1295’de, 30

yaşındayken, doktor ve simyagerlerin çoğunlukta bulunduğu bir locaya üye olmuştur. Dante de, kendisinden önceki tüm Ezoterik

inançlılar gibi laiklik taraftarı olmuş ve tüm yaşamını din ile devlet işlerinin ayrılmasına adamıştır. Dante’ye göre

Papalık ruhani kudretin, imparatorluk da dünyevi kudretin sahipleridir ve her ikisi de tam anlamıyla eşittir. Eşit iki

kuvvet sahiplerinden kilise devlet işlerine imparator da din işlerine karışmamalıdır.

Dante’nin İlahi Komedi’de bir sembolizma dili kullandığı görülmektedir. Örneğin Cehennem tam Kudüs’ün altındadır. Bu

noktadan Dünyanın merkezine uzatılan hatta Araf, Cehennemle tam hizada ancak yeraltında değil, tam tersine bir dağın

tepesinde Cennet bulunur. Aynı çizgi gök yüzüne devam ettilirse, Tanrıya ulaşılır.

Dante’nin en çok kullandığı semboller sayısal sembollerdir. Tanrısal teslisi ifade eden 3, bunun karesi 9 ve Pisagor

öğretisini hatırlatırcasına mükemmelliğin ifadesi olan 10 sayılarını kullanır üstad. Uhrevi alem, Cennet, Araf ve Cehennem

olmak üzere üçe ayrılır. Komedya, bu üç kısımdan oluşur. Her kısımda 33 bölüm vardır. Kitap başlangıçtaki giriş bölümüyle

birlikte 100 bölümden ibarettir. Dante, 10’un karesi olan 100. bölümde mükemmeli, yani Tanrıyı görür.

Dante, Cennet bölümünde yedikçe daha çok acıkan bir kurt’u anlatır. Bu kurt Katolik kilisesini remzetmektedir. Üstad,

Templierlerin ölümüne neden olan Papa 5. Clement’i çoban kılığında bir aç kurt olarak nitelendirir.

Dante, insan ruhlarının Tanrıya yaklaştıkça giderek birer ışığa dönüştüklerini ve Tanrıya ulaşınca da, tarifi mümkün olmayan

bu İlahi Nur ile birleştiklerini yazmaktadır. Bu ifade tarzı, ruhun yegane hedefinin Tanrıya ulaşmak olduğunu söyleyen

Ezoterik öğretinin o dönemdeki anlatımından başka birşey değildir.

Dante’ye göre, Tanrının bünyesinde varolan üçlü ilahi kudret Hristiyan teslisini ve İsa’nın hem insan, hem Tanrı oluşunu

izah etmektedir. Allah’ın insanı kendi suretinde yaratmış olmasını insanın Tanrısallığına bağlayan Dante, Ezoterik sırlar

için Cehennem bölümünde şöyle yazar: “Siz ki, sağlıklı bir akla sahipsiniz. Şu tuhaf mısraların arasında saklanan doktrini

kavrayınız”…

Bu noktada şunu da ifade etmek gerekir; Dante, yaşadığı dönemde aydınlar arasında çok yaygın olan “Fedeli D’amore” (Aşk

Dostları) edebi akımına da mensuptur. Ezoterik içerikli bu akım, diğer benzeri örgütler gibi, başkalarınca anlaşılamayacak

gizli bir dile sahipti.

Dante, İlahi Komedi’sinde hakikati aramaktadır. Bunun için üç seyahat yapar. İlk seyahati Cehennemedir ve büyük engellerle

doludur. İkinci seyahat, yani Araf seyahati daha kolay ve ümit doludur. Üçüncü seyahat yani Cennet ise, müzik, dans ve ışık

eşliğinde yapılan bir seyahattir. Bu seyahatler sırasında Dante’ye Virgil (Akıl), Beatris (Güzellik) ve Sen Bernar’ın

simgelediği İlahi İrade (Kuvvet) rehberlik etmektedir. Seyahatlerinin sonunda Dante İlahi Nura, yani Tanrısal Hakikate

kavuşmaktadır.

Dante, düşüncelerini şöyle dile getirmektedir.: “Beni meydana getiren ilahi kudret, en yüce akıl, hikmet ve ilk aşktır”…

Dante’nin gördüğü İlahi Nur bir üçgen şeklindedir. Diğer bir deyişle o, Nurlu Deltayı görmüştür. Deltanın ortasında

Dante’nin kendi yansıması, yani insan durmaktadır. İnsan Tanrının bir parçasıdır ve Tanrı insanın içindedir. İnsan kendisini

yeterince araştırırsa, içindeki vasıfları geliştirirse, bünyesinde varolan sırlara erecek ve aradığı hakikatin kendisinde

bulunduğunu anlayacaktır.

Fransa katliamından sonra Templierler’in sağ kurtulan üyelerinin Mason localarına dahil olmalarına karşın, Papalık Masonluğa

uzunca bir süre için dokunmadı. Onlara tanınan imtiyazları kaldırmadı çünkü, Hristiyan aleminin kilise ve katedral yapan

insanlara ihtiyacı vardı. Masonlar, inşaat yapımı sırlarını büyük bir titizlikle korumuşlardı ve bu sır saklama gelenekleri

varlıklarının idamesi için de gerçek sebep oldu. Gildeler’in dağılması da Masonların yaşamaları için bir başka nedendi.

Duvarcı ustaları, yaptıkları işin devamlı gezmelerini gerektiren türden bir iş olması nedeniyle herzaman özgür olmuşlardı.

Bu gelenek binlerce yıldan bu yana süregelmekteydi ve onların bu özgürce dolaşabilme ve örgütlenme avantajları sayesinde

birçok fikir akımı, Masonlar ile tüm Avrupa’ya yayıldı. Bu nedenle örgütün adı “Free Masons” (Hür Duvarcılar) örgütü idi

(8).

Templierler’in etkisi sayesinde örgütlenmelerini, İsmaili zanaatkar örgütü Fütüvve’leri örnek alarak gerçekleştiren Mason

locaları, sadece birer inşaatçı birliği değil, felsefi konuların da işlendiği birer eğitim ocağı durumundaydılar. Bu

vasıfları, Şövalyelerin ve Gilde mensuplarının aralarına dahil olması ile daha da güçlendi. Simya bilmi hakkında ilk

bilgilerini, bu bilgileri İsmaililer’den almış olan Templierler vasıtasıyla elde eden Masonlar, Kabbala ile de

ilişkideydiler. Kabbala okulu mensupları ile kurulan ilişki sonucu Masonlar arasında Simya oldukça ön plana çıktı.

Templierler’in dağılmasından sonra Masonluk, Avrupa’da örgütü bulunan yegane kuruluş olarak kaldı. Masonlar’ın o sırada, tüm

Avrupa ülkelerinde yaklaşık 9 bin locasının bulunduğu tahmin edilmektedir. Mason localarının büründüğünü yeni hüviyet,

asillerin ve entellektüel çevrenin de dikkatini çekti. Örneğin, 1442 yılında İngiltere kralı 5. Henry ve saraydaki pekçok

asil, kardeşlik örgütüne üye oldular.

Localarda metafizik, teoloji ve felsefe konuşuluyordu. Ancak ortaçağ Masonları, öğretileri uyarınca Roma kilisesine oldukça

uzak bir mesafedeydiler. Dönemin yoğun dini baskıları, Masonların gerçek inançlarını açıkça ortaya koymalarına engel

oluyordu. Esasen duvarcı ustaları, kilise ile en yakın oldukları Gilde’ler döneminde dahi, Papalığın tahakkümü altına

girmekten özenle kaçınmışlardı. Ortaçağ Masonları’nın gerçek düşüncelerini ortaya koyabilecekleri yegane yer, kendi

yarattıkları eserlerdi. Masonlar eserlerinde daima Batıni semboller kullandılar. En büyük eserleri olan katedraller ve

kiliselerde dahi, kendi sembollerinin yanısıra, simya sembollerini kullanmaktan çekinmediler. Hatta biraz daha ileri giderek

katedralleri, Papalığın resmi tutumuyla alay edercesine, açık saçık denilebilecek türden heykellerle doldurdular.

Masonlar’ın katedrallerde kullandıkları Simya sembollerine bir örnek olarak “VİTRİOL” kelimesini verebiliriz. Vitriol,

Latince’de “Visita İnteriora Tellus Rectifacando İnveniens Occultam La-pidem” kelimelerinin baş harflerinin birleşimi olan

bir kelimedir. “Dünyanın merkezini ziyaret et. Orada gizli taşı (Felsefe Taşını) bulacaksın” anlamına gelen bu kelimenin

Ezoterik açılımı “her insanın hakikati kendi içinde bulacağı” şeklindedir. Kelime, günümüz Masonluğunca da bir sembol olarak

kullanılmaktadır. Masonluğa özgü imkanlar, büyük mimarlar ve taş ustalarının yanısıra, dönemin fizolozoflarının da çok işine

yarıyordu. Yol üstündeki Localarda barınabilme, gerektiğinde ödünç para alınarak bir sonraki Locaya yolculuk etme, sağlıkla

ilgili her türlü soruna çare bulma gibi imkanlar, o dönem için bulunamayacak nimetlerdir. Yaşlı ve hasta kardeşlere, dul

kalan Mason eşlerine yardım eden bir sandığın bulunması, derneğin sosyal yönününün güçlülüğünü ve giderek Hümanizm akımının

ortaya çıkmasında nasıl etkin rol oynadığını göstermektedir.

İstanbul’un 1453’de Türkler tarafından alınması ve Bizans İmparatorluğunun son buluşu ile, birçok Bizanlı İtalya’ya göç

etti. Göç edenler arasında bilim adamları ve fizolofların yanısıra, Ortodoks Collegia kardeşleri de bulunuyordu. İtalya’daki

Mason Localarına katılan bu yeni kardeşler, olayların ivmesinin tırmanmasına neden oldular. Ayrıca, Müsmümanlarm elinde

bulunan klasik ticaret yollarına karşı alternatif yolların bulunması, yeni kıtaların keşfi Avrupa’da refahın giderek

artmasıyla sonuçlandı. Artan refahla birlikte, insan haklan gibi soyut kavramlar da gündeme geldi.

15. yüzyılda krallar ve giderek imparatorlar, derebeylerine karşı kesin üstünlük kurdular. Bunlar, Hristiyan alemini kendi

tapulu malı gibi görmeye alışmış Papalığa karşı, daha bağımsız olabilmek için girişimlerde bulunmaya başladılar. Ancak,

Papalığın elinde çok güçlü bir silah, “Afaroz” tehdidi vardı, Papa, kim olursa olsun, bir kişi ya da kurumu afaroz ettiği

anda, bu kişi ya da kurum toplumdan tamamiyle soyutlanıyordu. Afaroz edilen Şarlman, Papa’nın kendisini affetmesi için

günlerce kilisenin önünde yalınayak beklemişti.

Ancak bu silahın olur olmaz kullanımı, geri tepmesine yol açtı. Giderek, Papalara tepki olarak milli hisler güçlenmeye

başladı. Sonuçta milli kiliseler Papalık karşısına bazı hak iddiaları ile çıktılar. Karmaşa o boyutlara ulaştı ki, bir ara

ortaya birbirlerini afaroz eden üç Papanın çıktığı bile oldu.

İstanbul’un Türkler tarafından fethinden kısa bir süre sonra, 1460 yılında İtalya’nın Floransa kentinde “Eflatun Akademisi”

kuruldu (9). Marcile Ficin tarafından kurulan bu akademide Hristiyan felsefesi ile Ezotorik doktrin görüşleri uzlaştırılmaya

çalışıldı. Aynı nitelikli çalışmalar diğer İtalyan kentlerine de sıçradı ve Venedik, Cenova, Roma gibi kentlerde yeni

akademiler kuruldu. Bu akademelerin araştırmaları sonucunda, manastırların tozlu arşivlerinde yüzyıllardır unutulmuş eski

Yunan eserleri gün yüzüne çıkarıldı.

ROSE CROIX
Öte yandan, 1510 yılında İngiltere’de, ünlü Simyagerlerin bir araya geldikleri “Müneccimler Birliği” kuruldu. Kökenini

Kabbalacılardan, Kudüs’den kaçan Şark Şövalyelerinden ve Templierler’den alan bu dernek, 1570 yılında Almanya’da “Rose Croix

Kardeşleri” cemiyetini kurdu (10). Rose Croix’ların, Müneccimler Birliği’nin bir yan kolu olarak kurulduğuna dair bir belge,

Michel Maier’e ait bir Manüskir’de bulunmaktadır ve halen Leipzig kütüphanesinde muhafaza edilmektedir.

Hermes, Kabbala, Eflatun, kısaca tüm Ezoterik ekollerin bir sentezi olarak kurulan Rose Croix, Eflatun’un etkisiyle,

Ezoterik öğreti bünyesindeki akılcılığı ön plana çıkardı. Johan Valentin Andreae, Michael Maier, Francois Bacon, Jacob

Boehme ve Robert Fluud gibi düşünürlerin eserleri ile Rose Croix tüm Avrupa’da, özellikle de Almanya, İngiltere ve Fransa’da

etkili bir kuruluş haline geldi. Ancak Rose Croix, dünyanın kaderini etkileyen zirveye, Martin Luther ile ulaştı (11).

İngiliz Müneccimler Birliği bir süre sonra, Simya’nın giderek önemini kaybetmesi nedeniyle, tüm bilim dallarını kapsayan,

“Royal Society”e dönüştü. Çok sayıda İngiliz bilim adamının üye olduğu ve kraliyetin himayesinde olan bu kuruluş, üyelerinin

akılcılığı ön planda tutmaları ile ün yapmıştı. Ancak üyeler, bilim ile sezgisel yaklaşımı birleştirmeyi başarmışlardı.

Royal Society’ye üye olmalarının yanısıra birer Rose Croix da olanlardan John Dury, ışığın, yani Tanrının insanın içinde

olduğunu yazarken, tüm modern bilimlerin babası olarak tanınan Francois Bocon ile deneysel Fiziğin kurucularından olan

Robert Boyle, benzeri görüşü içeren eserler kaleme aldılar. Bacon, ünlü eseri “Nova Atlantis”de, Ezoterik doktrinin ön

planda tutulduğu yeni bir dünyanın kurulması planları yaparken, Böyle da bu planı gerçekleştireceğini umduğu “Görünmez

Kurul”un yaratıcısı oldu. Royal Society üyesi olan İsac Nowton’un, Rose Croix Jacob Boehme’nin etkisi altında kalmış olması,

bilim dünyasının bu kuruluştan ne denli yararlandığının göstergesidir.

Rose Croix’lar, kendileri gibi Ezoterik doktrinin savunucusu Masonlarla sürekli temas içindeydiler. Zaten büyük bölümü,

Mason Localarının üyeleriydi. Örneğin Londra locaları büyük üstadı Christoper Waren, hem Rose Croix hem de Mason’du. Ayrıca,

her iki kuruluşa da üye olan kimyacı ve matematikçi Robert Moray, Royal Society’nin birinci başkanıydı. Rose Croix ile

Masonluk prensiplerinin aynılaşmaları, “Hermes’e tapan İngiliz” lakabı verilen Elias Ashmole ile oldu. Sülayman Evi’ni

yapmayı kendisine amaç edinen bir dernek kuran Ashmole, bu derneğin Mason lokalinde toplanmasını sağladı. Bu ilişki zaman

içinde Masonluğun aynı gayeyi paylaşması noktasına ulaştı ve dernek de Masonluk içinde eridi.

Bu arada Rose Croix’lara özellikle kıta Avrupa’sında, başta Cizvitler olmak üzere tüm dini kurumlar şiddetle saldırmaya

başladı. Bu saldırılar 1630 yılına kadar sürdü ve Malineler Konseyi, Rose Croix’yı sihirbazlık ve dini sapkınlıkla

suçluyarak tarikatın kapatılmasını, üyelerinin tutuklanmalarını isteyen bir emirname yayınladı. Bu karar üzerine,

Templierler’in başlarına gelenler kendilerine örnek olan Rose Croix’lar, tıpkı onlar gibi Masonlar’a katıldılar. İki

kuruluşun bundan sonra birlikte hareket ettikleri, 17. yüzyıl ortalarında Henry Adamson tarafından yazılmış şu mısralardan

da bellidir:

“Rose Croix kardeşleriyiz biz.
Mason parolasına ve sezgi özelliğini sahibiz”…

Ayrıca 1724’de yayınlanan “Masonların gizli tarihi” adlı bir eserde de “Rose Croix’lar ve Masonlar aynı inançtaki tarikatın

kardeşleridir” denilmektedir.

1505 yılında Rose Croix’nın Alman örgütüne üye olan Martin Luther, 1512 yılında Teoloji Doktoru unvanını aldı ve Roma

kilisesine karşı milli Alman kilisesini savunan savaşımına başladı. Tanrıyı sevmeyi ve ona inançla sarılmak gerektiğini

savunan Luther, Hristiyanlıkta hiçbir dogmanın bulunmadığı İsa günlerine dönülmesini ve Tanrıyı her Hristiyan’ın sezgisi ile

bulmasını istiyordu. Roma kilisesine ve Papalığın afaroz etme ile, günahları bağışlama gibi yetkileri bünyesinde toplamış

olmasına kızan Luther, özellikle yapılan maddi bağışlar neticesinde insanlara günahlarının affedildiğini gösteren belgeler,

cennet anahtarları verilmesini komedi olarak nitelendirdi. Luther, açıkça ifade etmekten çekinmediği bu düşünceleri

nedeniyle, 1520 yılında Papa 10. Leo tarafından afaroz edildi. Bu afaroz, Luther’in Roma’ya ve onun kutsama kuramına daha

şiddetle saldırmasını sağlayan bir kamçı oldu. İnancı, gözle görülmez ve insanın içinde olan bir duygu olarak nitelendiren

Luther, Papalığa karşı girişimlerine hız verdi. Ancak, Alman yöneticileri nezdinde Papalığın Afarozunun büyük önemi vardı ve

Luther Almanya’dan kovuldu. Luther, kendisini koruması altına alan Saksonyalı Frederick’in şatosuna sığındı. Alman Teolog

burada, şimdiye kadar sadece Latince yayınlanmış olan İncil’i 1522 yılında Almanca’ya çevirdi. Luther, böylece Alman

edebiyatına da kendi dilindeki ilk büyük yapıtını kazandırdı. İncil’in Almanca’ya çevrilmesi, Alman halkının kutsal kitabı

daha iyi anlamasına ve Luther’in öğretisini desteklemelerini sağladı. Luthercilik zamanla tüm Avrupa’ya yayıldı.

Protestanlık adını alan Lutherci görüş ile, Katolik kilisesinin toplumlar üzerindeki mutlak tahakkümü kırılmış oldu (12).

1598 yılında Nantes fermanının imzalanması ile, Fransa’da Katoliklerin yanında Protestanların da yaşayabilecekleri kabul

edildi. Öte yandan, coğrafi büyük keşifler ile, dünya nüfusunun büyük bölümünün Hristiyan olmadığı ortaya çıktı. Bu gerçek,

halkın Papalığa olan inancını biraz daha zayıflattı. Bu arada bilimsel ilerlemeler de durmuyordu. Polonyalı bilgin Copernic

dünyanın hem güneş etrafında hem kendi etrafında döndüğünü ispat etti. Oysa Katoliklerin İncilinde güneşin dünyanın

etrafında döndüğünü yazıyordu.

Kaynakça

1- DİERL Anton Josef – “Anadolu Aleviliği” – Ant Yayınlan İstanbul 1991 Sf.33
2- Zelyut Rıza. “Öz Kaynaklarına Göre Alevilik” – Yön Yayınları – İstanbul 1992-Sf. 42
3- Eyüboğlu İsmet Zeki – “Tasavvuf – Tarikatlar – Mezhepler Tarihi” – Der Yayınları – İstanbul 1990 – Sf. 343
4- NAUDON Paul – “Tarihte ve günümüzde Masonluk” – Varlık Yayınları İstanbul 1968 – Sf. 36
5- BOUCHER Jules. NAUDON Paul – “Masonluk Bu Meçhul” – Okat Yayınevi İstanbul 1966 – Sf. 15
6- Boucher J. – Noudon P. -ie- Sf. 20
7- Erman Sahir – “Dante ve İlahi Komedyanın Ezoterik Yorumu” Yenilik Basımevi – İstanbul 1977 – Sf. 5
8- Naudon Paul -ie- Sf. 34
9- Boucher J. Naudon P. -ie- Sf. 33 l O-Naudon P. -ie-Sf. 34
11- Boucher J. Naudon P. -ie- Sf. 31
12- BAYET Albert “Dine Karşı Düşünce Tarihi” – Broy Yayınları İstanbul 1991-Sf. 55

(252)