Menü

İsa Çarmıha Gerildi mi?

30 Ocak 2017 - Dini İnanışlar

Yıllardan beri Yakındoğu tarihçileriyle hıristiyanlık üzerine araştırma yapan ilahiyatçılar arasında oldukça “temel” bir anlaşmazlığa bağlı bir tartışma sürer gider. Bu tartışmanın ana ekseni, dünyanın ilk iki büyük tektanrılı dini olan yahudilik ve hıristiyanlığın doğuş ve gelişim sürecinin belirleyici kişi ve olaylarıdır. Bilindiği gibi, Filistin, Kenan ve Sina bölgesinde geçen ve Kutsal Kitap için son derece belirleyici olan olayların, tarihi ve arkeolojik anlamda başka hiçbir tanığı yoktur. Yani, İ.Ö 1400 dolaylarında gerçekleştiği düşünülen “Exodus – Yahudilerin Mısır’dan çıkışı” ve bunu izleyen olaylar zinciri üzerine ne Mısır’da elle tutulur bir belge bulunabilmiştir, ne de Yakındoğu’da. Yine buna bağlı olarak, Mısır’da Yeni Krallık döneminin başlangıcında yaşamış Musa adlı bir yahudi peygamberinin varlığına ilişkin de yegane bulgu, Tevrat’ın sayfalarıdır. Aşağı yukarı aynı durum, “Yeni Ahit” için de geçerlidir: görece çok daha yakın bir tarih olan 1. yüzyıla ilişkin onca tarihi belge arasında, Nasıra’da (Nazareth) İsa adlı bir yahudi peygamberinin yaşadığı ve 34 yılı dolaylarında çarmıha gerildiği yolunda en küçük bir belge bile elde edilememiştir. Bugün dünya üzerinde 3 milyara yakın insanın inandığı iki büyük dinin Kutsal Kitabı’nı doğrulayacak verilerin azlığı, ilginç olmanın da ilerisinde, “garip” bir durum sayılabilir.

Oysa Mısır tarihinin en iyi bilinen bölümü, Yeni Krallık, özellikle de 17. Hanedan ve sonrasıdır. Bir yığın belge, papirüs, mektup ve resmi metin yardımıyla kronolojisi çok büyük oranda kesinleştirilen böylesi bir dönemde, binlerce insanın Firavun’un arzusu hilafına ülkeyi terketmesi ve onları yok etmek üzere artlarına düşen askerlerin Kızıldeniz’de boğulmalarına ilişkin bir tek satır bile destekleyici veriye ulaşılamamış olması, şaşırtıcıdır. Bu denli büyük ve önemli bir göç hareketi, dahası, din temelli bir siyasi isyan, nasıl olur da Mısır’da lehte ya da aleyhte hiçbir yankı bulmaz? Bu nokta üzerine giden tarihçiler, Yahudilerin Mısır’dan çıkışı diye bir olayın hiçbir zaman yaşanmadığını, çünkü bu ulusun Mısır’da kalıcı bir yerleşime gitmedikleri, başlangıçtan beri Kenan ülkesi dolayında yaşayan göçebe çobanlar oldukları ve fırsatını buldukları anda da bu ülkeyi ele geçirerek Yahudi Krallığı’nı kurduklarını vurgulamaktadırlar. Buna karşı ilahiyatçılar, Mısır belgelerinde Hapiru ya da Apiru adıyla anılan Yakındoğulu göçebe işçilerin aslında İbraniler olduğunu ve İbrani anlamına gelen “Hebrew” sözcüğünün Hapiru’dan türediğini savunurlar. Ancak, Mısır’da statü sahibi biriyken Hapiruların başına geçip onları “Vaat edilen topraklar”a götüren Musa adli bir lider üzerine onlar da hiçbir bulgu ileri sürememektedirler. Orta yolcu bir görüş, Mısır’da İ.Ö 1650 dolayında yaşanan “Hiksos” istilası sırasında Yakındoğu’dan bu ülkeye gelen insanların arasında Yahudilerin ağırlıkta olduğunu, yüz elli yıl sonra Hiksos devri bitip yönetim Teb prenslerinin eline geçtiğinde “mağdur ve istenmeyen” duruma düşen Yahudilerin Kenan’a geri döndüklerini ileri sürmektedir ama Musa’nın varlığını ve Exodus’u doğrulayacak veri hala eksiktir.

Aynı durum, Tevrat’ın ilk bölümü olan “Genesis – Yaratılış” sayfalarında daha farklı bir biçimde belirir: Bu ilk tektanrılı dinin kutsal kitabında anlatılan olayların (insanın yaratılışı, cennetten çıkış, Büyük Tufan) hiçbirinin özgün olmayıp en az iki bin yıl daha eski olan Sümer mitlerinden alındığı, geçen yüzyılda yapılan arkeolojik çalışmalar sırasında net olarak ortaya çıkmıştır. Yahudilerin 2000 yıl önceki tarihlerine, yani hıristiyanlığın başlangıcına ilişkin veriler ve İncil (Yeni Ahit) bölümleri de aynı destek eksiğiyle karşı karşıyadır. Birinci yüzyılın hemen başında Yahudi Krallığı’nın durumu ve Kral Herod’a ilişkin yeterli bilgi vardır. İsrail’deki yahudilerin bir “Mesih” arayışında oldukları da bilinmekte ve hatta radikal dini akımların Roma işbirlikçisi olarak gördükleri krallığa sırt çevirdikleri, isyan denemelerine giriştikleri de bilinmektedir. Aynı şekilde, bölgede Roma İmparatorluğu’nun valisi olarak Pontius Pilatus’un yetkili olduğu da belli belgelerde ortaya çıkmaktadır. Ama birinci yüzyılın büyük Yahudi ve Romalı tarihçilerinin hiçbirinin yazdığı belgelerde, “Nasıralı İsa” adıyla bilinen birinin ülkeyi boydan boya dolaşıp vaazlar verdiği ve insanları peşine takarak imparatorluk için bir tehlike oluşturduğuna ilişkin tek satır yoktur. Dahası, İsa diye birinin yaşadığına ilişkin tek belge, İncil’dir. Vali Pilatus’un isyankar bir yahudiyi Kudüs’te çarmıha gerilmeye nahkum ettiği yolunda bir tek Roma belgesinin bulunmamasını da bu veri eksikliklerine ekleyebiliriz.

1945 ve 1947 yıllarında Mısır ve İsrail’de elde edilen iki büyük arkeolojik bulgu, belki de yıllardan beri aranan, Tevrat ve İncil’i doğrulayacak belgelere erişilmiş olabileceği yolunda büyük heyecan yarattı. Bunlardan birincisi, 1945’te Mısır’da Nag Hammadi bölgesinde bulunan çok eski dini papirüsler; ikincisi de 1947’de İsrail’de, Ölü Deniz yakınındaki mağaralarda bulunan ve “Ölü Deniz Yazıtları” olarak bilinen belgelerdi. Ne var ki, her iki büyük bulgu da ortodoks dini tezleri doğrulamak bir yana, onların yüzyıllarca gözlerden uzak tutmaya çalıştığı şeyleri ortaya çıkarmışlardı: Nag Hammadi belgeleri, hıristiyanlığın kabulünden sonra ısrarla ve sistematik biçimde Kilise tarafından sindirilen ve susturulan “Gnostik”lerin dini-felsefi belgelerini içeriyordu, “Ölü Deniz Yazıtları”ysa Yahudi din adamları tarafından yüzyıllar boyu iz kalmamacasına silinip atılmaya çalışılan “Enoch’un Kitabı” başta olmak üzere binyıllar öncesinin “yasak yayınları”nı içermekteydi.

Her iki bulgu, araştırmacıları ve tarihçileri yeni noktalara götürmekte yardımcı oldu. Nag Hammadi ve Ölü Deniz Yazıtları, egemen ortodoks dini çevrelerin yok etmek istedikleri belgeleri ve bu belgeleri saklayan marjinal dini-felsefi insan gruplarını bilim adamlarının dikkatlerine sunuyordu: Bilgiye ve somut akla değer verdikleri için mitleri sorgulayan, İsa’nın “Tanrı’nın Oğlu” değil bir “insan” olduğunu ve çarmıhta ölmediğini, dolayısıyla bedensel dirilişin de “masal” olduğunu savunan Gnostikler; birinci yüzyıl başlarında Bethlehem ve Kudüs dolaylarında yaşamış bir “Mesih kültü”nün yaşatıcıları olan Nasoriler ve yine İsrail’de inzivaya çekilen radikal bir dini grup olan Esseneler. Bugün tarihçiler, bu son iki grubun, yani Nasoriler ve Essenelerin, hıristiyanlığın ilk esinlerini oluşturduklarını ama Roma’nın hıristiyanlığı kabulünü izleyen süreçte İmparator Konstantin’in (kendisi bir pagan kült olan “Sol Invictus” dinine son nefesine kadar bağlı olmakla birlikte) değişik Yakındoğu mitlerinden sentez oluşturup “İmparatorluk Dini”ni yaratmak üzere bir din adamları konseyini bir araya getirdiğini düşünüyorlar. Doğu’yu İmparatorluğun ana ekseni yapmak isteyen Konstantin, böylece bölge halklarını “resmi din” ile pasifize etmeyi amaçlıyor ve siyasi otoritenin ilgilenmediği bütün alanlarda “Kilise”yi yetkili ilan ediyor. Seçilen din adamları konseyi İznik’te toplanıyor ve Mithra Kültü’nden Mısır’ın İsis – Osiris mitlerine dek bütün bilinen kaynakları elden geçirip “resmi” dini formüle ediyorlar. Dini yetki Kilise’nin ellerine teslim edildiği için, bu dini ilkeleri sorgulayan ya da itiraz eden bütün yerel gruplar birer birer sindiriliyor, yok ediliyor. “Hareketin” asıl sahibi Nasori ve Essene mezhepleri ve dogmaları sorgulayan Gnostikler başta olmak üzere, muhalifler silinip gidiyor ortadan.

Bugün ortodoks dini çevreler (hem hıristiyan hem de yahudiler) bu yorumlara şiddetli tepki gösteriyorlar. Ama araştırmacılar da, açılan yeni yoldan yürümekte kararlılar. Bundan dört yıla yakın bir süre önce yayımlanan “Hiram Key” adlı kitabın yazarları Christopher Knight ve Robert Lomas da bu araştırıcıların en sansasyonellerinden. Her ikisi de Mason olan bu iki İngiliz, bütün tepkilere rağmen 6 yıl boyunca Masonluğun bilinmeyen tarihini incelediler, sorguladılar ve sonunda kendilerinin bile ummadıkları noktalara vardılar: Hıristiyanlığın tarihi, belki de yeniden yazılmalıydı!

İki genç adamın araştırmasının en sürpriz yanı, İsa ile ilgili ilk kez “elle tutulur” açıklamalar ortaya koyması ama bunların yine ortodoks dinin iddialarıyla 180 derece çelişik olmasıydı. İsa’nın “memleketi” olarak bilinen Nasıra’ya ilişkin bir bilmeceye takıldı ilkin Knight ve Lomas. İncil, “Ona herkes Nasıralı İsa diyecek” diyordu ama, bütün tarihi bulgular sözü edilen tarihlerde Nasıra kentinin varolmadığını gösteriyordu. İki araştırmacı, İsrail’de uzun süre dolaştılar, belgeleri incelediler ve sonunda aradıklarını hem Nag Hammadi yazıtlarında hem de orijinal metinlerde buldular. Nasıra (Nazareth) İsa zamanında ortada yoktu ama, “Nasıralı” nitelemesi de bir dil ve çeviri hatasından ileri geliyordu: Doğru sözcük, “Masorean”, yani “Nasorili”ydi. Sina dolaylarında yerel dilde Nasori “balık sürüleri” anlamına geliyordu ve şaşırtıcı biçimde aynı sözcük aynı lehçede “İsa’ya inananlar”ı da niteliyordu! Araştırmalarını ilerleten iki yazar, Nag Hammadi yazıtları ve bölgede rastlanan eski kabartmalar dahil, hıristiyanların kullandığı “birbirini kesen iki yay” biçimindeki amblemin net bir biçimde “balık” şeklini simgelediğini farkettiler. Bu, hıristiyan kültüründeki “balıkçılık” mitine de uygun düşüyor ve Aziz Peter’ın balıkçı olmasını, İsa’nın ağları balıklarla doldurması mitlerini de açıklıyordu. Son noktada “Nasıralı İsa” nitelemesi, bir başka okunuşla beliriverdi: “Balıkçılar grubunun İsa’sı” !

Nasorilere ilişkin bu yorumları, söz konusu grubun Esseneler ile de iç içe yaşadığını, dahası, belki de bu ikisinin aynı insanlardan söz ettiğini ortaya çıkaran bulgular izledi. Roma imparatorluğu bütün Yakındoğu’ya egemen olurken, dinlerinin ve binlerce yıldır saklanan eski bilgilerinin elden gideceğini düşünen bir grup yahudi şehirlerden uzakta inzivaya çekilmiş ve mağaralarda derviş hayatı yaşamaya başlamıştı. Bunlar, insanın doğumdan itibaren “kirliliğe” yatkın olduğunu düşünüyorlar ve sürekli su ile yıkanmayı gerekli görüyorlardı: “Vaftiz”in izleriydi bunlar! İçlerinden bazıları Kudüs ve dolaylarında insanların arasında dolaşıp onları “doğru yola çağırma” işlevini üstlendikleri anlaşılıyordu ki, bunlardan biri “Nasorilerin İsa”sı, diğeri de “Vaftizci Yahya” olmalıydı.

Sonra Knight ve Lomas, İsa’nın adı üzerinde durdular: İncil yunanca yazılmıştı ve bu nedenle “Jesus” adı Yunan dilindeydi. Bu ismin Yahudi dilindeki karşılığı çok büyük bir olasılıkla “Joshua” olmalıydı aslında. “Joshua”, Tevrat’taki kurtarıcı “Mesih” imgesine yakın kişiliklerden biriydi. Diğer yandan İsa’nın “soyadı” haline gelen “Mesih” yani “Christ” sözcüğünün de bir özel isim olmayıp, Yahudi dinindeki “beklentiyle” ilişkili olduğunu vurguladılar Knight ve Lomas. Yahudiler, Tevrat’ta yazılı olan, kendilerini bağımsızlığa götürecek bir Mesih’i bekliyorlardı ama bekledikleri kişi “Tanrı’nın Oğlu” ya da bizzat “Tanrı” nitelemesiyle gelecek ve “dünyayı kurtaracak” biri değil, etten kemikten biriydi: Yahudilerin Kralı unvanıyla, Davut’un mirasını üstlenecek ve Yahudileri Roma zulmünden kurtarıp bağımsızlığını sağlayacak güçlü, savaşçı bir Mesih bekliyordu onlar. Bu durumda, isimde bir gariplik vardı sanki.

İki yazar, araştırmayı İsa’nın yakalanıp yargılanmasına ve çarmıha gerilmesine dek götürdüler. 4. yüzyıldan beri yüzlerce inanmış insan Yahudi topraklarını karış karış aramış ama ne mahkeme tutanaklarına ne de ünlü çarmıha gerilme işleminin yapıldığı meydana ya da mezara ulaşabilmişti. Bir referans noktası arayan Knight ve Lomas, yargılama ve çarmıha gerilme bölümüne ilişkin İncil’deki hikayede, kimsenin o güne dek dikkat etmediği bir “anormalliği” farkettiler birden: Efsaneye göre Vali Pilatus, İsa ile birlikte idama mahkum edilen Barrabas adında bir suçluyu halkın önüne çıkarmış ve adet gereğini birinin affedileceğini söyleyip halktan seçim yapmasını istemişti. Çoğunluğunu yahudilerin oluşturduğu halk da söz birliği içinde “Barrabas’ı affet, İsa’yı as” yanıtını vermişti valiye. İki yazar, bu Barrabas’ın bir ikinci isminin daha olduğunu fark ettiler: Matta İncili’nin 27:16 ayetinde bu adamın adı, bir kez geçiyordu: İsa Barrabas!

İşler bambaşka bir noktaya yönelmeye başladı Knight ve Lomas için: Demek o gün, inanışa göre, idama mahkum edilen iki İsa vardı! Bunlardan biri, “Yahudilerin Kralı” iddiasıyla ortaya çıkmış ve bu unvan alaycı biçimde başının üzerine yazılarak çarmıha gerilmişti. Diğeriyse, İsa Barrabas idi ve Vali Pilatus tarafından affedilmişti. İki yazar, bir adım daha ileri gittiler ve o günün diline ilişkin verilerden yararlanarak, bu kökeni hiç bilinmeyen Barrabas adını çözümlediler: “Bar”, dönemin dilinde “Oğlu” anlamına geliyordu. “Abba” ise “Baba” demekti. İki sözcük birleşip tamlama haline geldiğinde “Babasının Oğlu” çıkıyordu ortaya ama bu tamlamanın özel anlamı, “Tanrı’nın Oğlu”ydu! Yani Barrabas bir isim falan değil, bir unvandı ve İsa Barrabas harfi harfine “Tanrı’nın Oğlu İsa” demekti! Demek ki, o gün Kudüs’te “Tanrı’nın Oğlu İsa” adıyla bilinen biri, olasılıkla başını derde sokmuş bir din adamı ya da vaiz Vali Pilatus tarafından affedilmiş, daha tehlikeli görülen, çünkü “Yahudilerin Kralı” unvanına sahip olduğu söylenen, halk arasında “beklenen Mesih” olabileceği inançları yayılan bir başka İsa da çarmıha gerilerek idam edilmişti! Şimdi, bunların hangisi hıristiyanların İsa’sıydı sorusuna yanıt bulmak kalıyordu ve Knight ile Lomas’a göre yanıt açıktı: Affedilen ve serbest kalan, “Tanrı’nın Oğlu” unvanlı derviş!

İddia, hemen farkedeceğiniz gibi “sağlam” bilimsel dayanaklara sahip değil ve yine dini belgelerden yararlanıyor. Ama çözümleme ve varsayımın geçerli olma olasılığı hiç de düşük değil. Bu varsayım, iki yazarı şöyle bir noktaya da yönlendiriyor: İsa, affedildi ve bir Nasorili olarak, Essenelerin arasına geri döndü. Birinci yüzyılın ortaları boyunca, diğer yoldaşlarıyla birlikte mezhep inanışlarını yaymaya çalıştı, bunda bir ölçüde başarılı da oldu. Ne var ki Roma İmparatorluğu ani bir strateji değişikliğiyle yeni dini alıp “resmi din” haline getirince ve onu istediği gibi yoğurup muhalifleri de ezince, Essene ve Nasorilerin sahip oldukları tek şey, inançları ve bilgileri de ellerinden alındı. Roma’nın kurduğu Kilise de yüzyıllar boyunca yapay bir hıristiyanlığı Batı dünyasına egemen kıldı, muhalifleri yok etti. İki yazar, “Hiram Key” kitabında İsa’nın döneminde yazılan ve bilinmeyen geçmişe ışık tutacak belgelerin İsa ve yoldaşlarınca Kudüs’te bir yerlere saklandığını; 1000 yıla yakın bir süre sonra, Haçlı Seferleri sırasında bölgeye gelen Templar Şövalyeleri’nin ısrarla bu belgeleri arayıp bulduklarını; ele geçen yazıtların şövalyelerce İskoçya’daki bir şatonun içine gizlendiğini de iddia ediyorlar. Buna göre, eğer İskoçya’daki Rosslyn Şatosu iyice aranırsa, bilmediğimiz daha pek çok şeyi içeren büyük bir gizem ortaya çıkacak. Bu, Essenelere de atalarından kalan, olasılıkla İ.Ö 3. binyıla, hatta daha gerilere giden bir gizem belki de.

(76)