Menü

Merkez Bilgi Alanı Vakfı – 01

30 Ocak 2017 - Merkez Bilgi Alanı Vakfı

MERKEZ BİLGİ ALANI VAKFI – 1999
Perşembe Konferansları Dizisi : 28 / HAZİRAN / 2001
OKÜLTİZM
Konuşmacı: Cahit CÜMBÜŞEL
İrticalen yapılan konuşmaların kaset deşifrasyonlarıdır.

Okültizm kelimesi ; gizli bilim, gizlicilik. Osmanlıca’sı; ilm- i gayb diye karşılık bulmaktadır. Okültizim denilince, eski geleneklerin devamını sağlayan, ezoterik ya da batıni doktrin anlaşılmaktadır. Ezoterik ya da batıni demek, yalnızca onun bünyesindeki, ona intisap etmiş, ona dahil olmuş kişilerce bilinebilen ve anlaşılabilen demektir. Örneğin; bir ekol, bir mezhep, bir tarikat, bir yol bütün bildiklerini herkese açıklamıyorsa o mezhebe okült veya ezoterik diyebiliriz. Bu halktan, gizli tutulan bilgilerin açıklandığı kimselere inisiye denir, Osmanlıca’sı mürit, Türkçesi de talebe, isteyen anlamına gelmektedir.

Görünenin arkasında asıl sebep olan görünmeyenin varlığını ve etkisini anlamak için çalışma ve araştırmalara giriştiğimiz andan itibaren okült bir çalışma yapıyoruz demektir. Tıpkı şu anda yaptığımız gibi. Okkült çalışmaların başı ve sonu yoktur. Sizlere sunduğumuz bu çalışmada yararlandığımız temel kaynak, büyük Fransız okültisti Dr. Gerard Encausse veya takma adıyla Papüs, onun bilgileri ve ağırlıklı olarak onun kendi konusunda bir başyapıtı olan “Majların Bilimi” adlı kitaptır. Bütün bu bilgileri, kendi bilgilerimizle de mecz ederek sizlere derli, toplu bir özet oluşturmaya çalıştık. Umarım faydalı olacaktır.

Papüs’ ün de biyografisi kısaca şöyledir. 13 Temmuz 1865′ te İspanya da doğdu. Genç bir tıp talebesiyken okültizmle ilgilendi. Yaşamının ilerleyen yıllarında kendi konusunda üstat oldu. I. Dünya savaşında cephede doktor olarak görev yaparken Vereme yakalanıp 1916 yılında vefat etti.

Antik çağlarda ya da kadim dönemlerde bilimler üç ana bölümden oluşuyordu.

Bir ; maddi kısım veya fizik bölüm bu olayın nasılı ile ilgilenen, uygulamaya, fiiliyata dayalı olan bölümdür.

İki ; fikri kısım veya metafizik bölüm. Bu da bu bilimlerin sebepleri ve nedenleri hakkında araştırma yapan ve prensiplere dayalı olan bir bölümü idi. Ve bu ikisi arasında birinden diğerine geçiş mahiyetinde sayısal bir kısım vardı ki bu kanunlara dayanmakta idi. Buna da matematik bölüm denirdi ve bu bölümün asıl görevi sentez yapmak idi. Metafizik bölüm tüm bilimlerin yaşayan ruhu idi. Ve metafizik bölüm olmadan bilim adeta ölü şeylerin sayılması olacaktı. Bu fizik veya metafizik yapıların gerçek manada anlaşılabilmesi ancak sentez ile mümkün olabilmekte, bu da uzun ve zorlu çalışmaları gerektirmekteydi. Böylece okült bilimler bugün pozitif bilimler olarak adlandırılan tüm bilimlerin gerçek prensiplerini, tüm felsefesini, kendi bünyelerinde saklamaktaydılar. Ve bugün, günümüzde, bu haliyle eksik olan pozitif bilimler kendilerini bütünlemek ihtiyacını hissettikleri anda kendi asıllarını ve esaslarını işte bu okkültizm de aramak zorunda kalacaklardır.

Ebediyete doğru akıp giden çağlar içerisinde beşeriyet maddeye giderek daha çok gömüldükçe bu bilimlerin sadece görünen yanları olan fiziki bölümleri göz önünde kalmış, metafizik ve sentez bölümleri ise giderek bir okült öğreti, bir gizli öğreti haline dönüşmüştür. Ancak nesilden nesle ve inisiye toplulukları arasında layık olana, hak edene, cehit gösterene, kulaktan kulağa söylenmek yolu ile nakledile gelmiştir. Okültizim çok sayıda fenomenin teorik ve pratik bilgilerine sahiptir ki bunlardan günümüzde manyetizm, hipnotizm ve spiritizmi görmekteyiz. Halbuki okültizmin araştırma alanı çok geniştir. Tümüyle metapsişik dediğimiz, görünmeyen alemi veya varlığın görünmeyen yanlarını, Kabalayı yani Yahudi Mistizmini, Majiyi, Sihir veya Büyü diye geçer, Alşimiyi bunun Osmanlıca’sı El Simyadır ve bugünkü kimya biliminin aslını teşkil eder. Gene Astroloji, Osmanlıca’sı İlm-i Nücum’dur, tabi bugün bilinen ve dejenere olmuş anlamıyla değil, Atlantis’ten intikal eden ve döneminde gerçek bir bilim olan ve bilim dediğimizde az önce ifade ettiğimiz gibi üç yönüyle incelenen tarzda bilimlerdir. Tüm bu bilimlerin kökü Hint, Uygur, Babil, Mısır ve Finike çıkışlıdır ki onlarında beslendiği asıl kök defaatle ifade ettiğimiz gibi Mu ve Atlantistir.

Okült çalışmalarda kullanılan kadim gelenek başlıca üç esasa dayanır. Tek Tanrı anlayışı, yeniden doğuş ve tekamül. Bütün okült öğretiler veya geçmişe dayalı, geleneğe dayalı bütün öğretiler bünyelerinde bu üç anlayışı taşımaktadır ve bütün öğreti bu üç esas üzerine oturmuştur. Tek Tanrı anlayışı, yeniden doğuş ve tekamül.

İşte bu esaslar üzerine inşa edilen araştırma konuları yaradılışı, evreni ve insanı inceler. Varlık olarak neyiz, nereden gelip nereye gidiyoruz? Ölüm nedir, ötesinde neler vardır, ölüm ötesi alemin yapısı nasıldır, yasaları nelerdir? Tabiat kuvvetleri nedir ve onlardan nasıl faydalanabiliriz? Bu dünyadaki hayat tarzımız nasıl olmalıdır? Kendimizi nasıl bilebiliriz gibi sorulara Okültizim en doğru ve en kesin cevabı verdiğini iddia etmez, edenleri de kaale almaz. Bir araştırma alanı olduğunu ifade eder ve araştırmalarında da olmazsa olmaz dediği şu üç prensibi izler.

Kainatın tüm planlarında mevcut fiillerin esasında olan üçlü birlik, tirinite veya üç kanununun varlığı .

Görünen ve görünmeyen alemlerin birbirleriyle var olan girift etkileşimleri.

Görünen alemin bir kopyası, bir ikizi olan ve görünen alemin gerçek varlık sebebini teşkil eden görünmeyen bir alemin varlığını ki bu aleme Okültizmde Astral Alem denir.

Gene Okültizim, insanın tabiat ile olan ilişkilerini de şu üç esasa bağlamıştır.

Allah veya Yaradan, ilkeler koymuştur.

Tabiattaki tüm olaylar bu ilahi ilkeler dahilinde meydana gelmektedir.

İnsan tabiattaki olaylarla ilahi ilkeler arasındaki orantıları, sayıları tanımaya çalışmakta ve yasaları araştırmaktadır. Adeta onları keşfetmeye çalışmaktadır.

İnsan çok kompleks, çok girift bir varlıktır. Onun bilinmeyen yanlarını ele almaksızın sadece fiziki yapısının bir analizini yapmak bile başlı başına bir etüt konusudur. Okült yaklaşım her yerde sentez arar. Ve insanı da üçlü bir yapı olarak ele alır. Okültizim üç kanununu yaklaşımda bulunduğu, anlatmaya çalıştığı her olaya yaymış onun içine o şekilde bakmaya çalışmıştır ve böylece insanı da üçlü bir yapı olarak ele almıştır. Fizik beden, Astral Beden ve Mantal Beden ve bu üçlüye hakim olan Ruh Varlığı. İşte ruh varlığı yukarıdaki bu üçlüyü bu tiriniteyi adeta bünyesinde birleştirmiş, sentezlemiştir. Benzer bir ifadeyle, bütün bu yapıyı, bütün bu görünmeyen enerjitik bedenlere de tümüyle hakim ve kontrol eden bu tiriniteyi şuurun birliğinde toplayan, işte o ölümsüz ruh varlığıdır.

Bütün bu kontrol nasıl olmaktadır. Yani ruh varlığı bütün bu enerjetik kesafetteki bütün bu enerjitik yapıları nasıl kontrol altına almaktadır. Bu alışveriş, bu kontrol tesir alışverişiyle olmaktadır ve biz buna daha teknik bir ifadeyle endüksiyon yoluyla olmaktadır demekteyiz. O halde endüksiyon konusunu bir miktar açmakta fayda var.

Nedir endüksiyon? Bu endüksiyon olayını daha iyi kavrayabilmek için fizikteki endüksiyon olayına bir bakalım. Endüksiyonda her hangi bir iletkenle bir yerden bir yere enerji nakledilmez. Bir enerji alanı vardır ve bu alan yayılmıştır ve o alan içerisine giren onunla temas eden her şey veya her ne ise o alanın sevk ettiği yönde hareket etmek durumundadır. İşte tıpkı buna benzer şekilde her şey endüksiyon yoluyla meydana gelmektedir. Yani ruhsal enerji kontrol ettiği, hayat verdiği ortamla ilişkisini direkt olarak kurmuyor. İlişki tesirle, daha açık bir ifadeyle tesir alanıyla ilişkide bulunmak şeklinde, yani endüksiyon ile olmaktadır. Ruhsal varlık, ruhsal enerji, Yaradan, yarattığı, var ettiği , can verdiği bütün mekanların üzerindeki bütün kontrolünü, bir etki alanı yaratmak suretiyle tesirle yani endüksiyonla meydana getirmektedir. Böylece bütün yaradılışın, bütün tezahüratın, bütün mevcudatın, bütün varlık ve eşya aleminin endükleyen ve endüklenenden ibaret olduğunu ifade edebiliriz. Ve bunun meydana gelebilmesi için endükleyen ile endüklenen arasında ortak bir enerji seviyesinin de tutturulması icap etmektedir. O halde, bir kez daha tanımlama yapmaya çalışırsak, endüksiyon, alansal etkileşim vasıtasıyla hiyerarşik bir şekilde, skalatik bir şekilde, kademeli bir şekilde bir üst kesafetten bir alt kesafete doğru bir akış, bir yayılış tarzında varlıktan varlığa, sirayet etmektedir. Endüksiyon konusu çok önemlidir, endüksiyon konusunu iyi anlamak, yaradılışın, tezahürün, mekanizmasını anlamak demektir. Endüksiyon konusunu iyi anlamak, bize yakın bir örnek olması hasebiyle bakire Meryem’ in peygamber İsa’ yı babasız olarak nasıl doğurabildiğini, O’ na babasız olarak nasıl hamile kalabildiğini de anlamak demektir. Endüksiyon, sürekli var olan, fark ettiren, ilerleten ve yön tayin edendir. İşte insan varlığı da tüm bu görünen ve görünmeyen enerjitik yapılar olan bedenlerini ait oldukları kesafetlerde kullanarak gelişimi için ihtiyacı olan alansal yapılara dahil olur, enkarne olur ve tekamül eder.

Okült çalışmaların en başlıca ilkelerinden biri de anoloji yani benzetme yoluyla anlamaya ve anlatmaya çalışmaktır. Yukarıdaki aşağıdakine, aşağıdaki de yukarıdakine benzer esasından hareket eden okültistler, dünya hayatının kendilerine sunduğu pek çok tezahürü gözlemlemek ve sentezlemek yoluyla tabiatı, insanı ve evreni anlamaya çalışmıştır. Ve insanın fazla uzaklara gitmeden hemen yanı başındaki kendine en yakın olan yani kendi fizik bedeninden başlamak suretiyle de kainatla ilgili sentetik bilgilere kavuşmasının mümkün olabileceğini ifade ederler.

Tabiatta bir entropi yasası mevcuttur. Bu yasanın işleyişi, bu yasanın hükmü, insanın meydana getirdiği bütün eserleri ara vermeksizin, mütemadiyen tahrip etmesidir. Basit bir örnekle ekili, güzellikler saçan, rengarenk çiçeklerle kaplı bir bahçeniz olsun, üzerinden elinizi çektiğiniz anda, ona bakmadığınız anda, yabani otlar ve parazitler ve böcekler bütün bahçeyi istila edecek ve sulamayı kestiğiniz andan itibaren bütün o güzelim çiçekler kurumaya başlayacaktır. İşte böylece bu her şeye uygulanabilecek bir modeldir. Örneğin, otomobilinizin de bakımını biraz ihmal ettiğiniz anda bir takım arızalar, paslanmalar baş gösterecektir. Dönüp fizik bedenimize geldiğimizde, fizik bedenimizin genel temizliğini, bakımını biraz ihmal edecek olsak hemen enfeksiyonlar, komplikasyonlar baş gösterecektir. İşte tıpkı bunu gibi yaşlanmak da entropi yasasının bir gereğidir. Dolayısıyla ölüm de. Bunun Kur’an’daki karşılığı da Azraildir. Yani Azrail, evrensel entropi yasasının bir sembolüdür. İnsan ancak iradesi ve cehtiyle entropi yasasıyla belli bir düzeyde başa çıkabilecek güce sahiptir. Yani onu negantropik yönde yavaşlatabilmek gücüne sahiptir. Fakat uzun yarışları daima doğanın kazanacağını unutmayalım. Ancak, belki çok ilerde tekamülümüzün daha üst basamaklarında yani ruhsal varlık olarak hakimiyetimizin, madde üzerindeki hakimiyetimizin daha kapsamlı, daha yoğun hale geldiği dönemlerde bu entropi yasasına karşı olan mücadelemizde belki çok daha başarılı olma imkanlarını da elde edebileceğiz.

Gene okültistlerin hava, su, toprak ve ateş olarak bilinen dört unsur hakkında yaklaşımları da şöyledir. Gezegenimizdeki etki halindeki tüm unsurları taşıyan topraktır. Canlandırıcı olan, hayat verici olan su ve havadır. Su tabiatta kanın insan vücudundaki vazifesini görmektedir. Hava ise tabiatta kandaki alyuvarların insan bedenindeki vazifesine karşılık gelmektedir. Harekete geçiren ise güneş ışınlarının organik veya organik olmayan madde ile temas sonucu meydana gelen fizikoşimik güçlerdir. Buna da ateş diyoruz. Bu dört unsur, tabiatta etkili olan dört ana prensiptir.

Benzetmeler yapmak bize bazı kapıları aralayabilir. İnsanda ki bir hücrenin ya da bir organın yaşamını yöneten bazı yasalar, neden bir kıtanın veya çok özel bir canlı varlık olan dünyanın da yaşamını yönetiyor olmasın. Şu emektar dünyamıza şöyle bir bakalım.

Evet dünyamız da bir canlı varlıktır, Okült yaklaşıma göre ve ayrıca Okült yaklaşım, güneş sistemimizin kendisini de bütünüyle kainattaki özel bir organ veya özel bir uzuv olarak ele almaktadır. Ayrıca gene güneş sistemini de üçlü bir yapı olarak inceler. Bu üçlüyü de şöyle bölüyor ;

1- Gezegenlerin çekimine bağlı uydular, yani dünyanın ay uydusu gibi, Satürn’ün on altı tane uydusu gibi, bu birinci kategori.

2- Bir güneşin çekimine bağlı gezegenler sistemi, işte en içten başlamak sureti ile Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter, Satürn, Uranüs, Neptün, Plüton ve jano diye gezegenlerimiz.

Bir galaksinin çekimine bağlı bir güneş, yani bizim güneşimiz. Galaksi deyince şunu bir görelim. Samanyolu galaksisinin içinde olduğumuz için, Samanyolunun bir fotoğrafını çekebilmek teknik olarak mümkün değil ancak burada Whirpool galaksisinin bir fotoğrafı çekilmiş bu galaksi spiral galaksi olma hasebiyle bizim Samanyolu galaksisine benzemektedir. Bizim galaksimiz, bir uçtan bir uca yaklaşık yüz milyon ışık yılı uzunluğunda olarak ölçülmektedir ve ikiyüz elli milyar yıldızdan oluştuğu ifade edilmektedir. Yani ikiyüz elli milyar yıldız ve ona yakın sayıda yıldız sistemleri, galaksimiz bünyesinde mevcuttur.

Böylece gene insanın yapısına dönersek Okült bilgiler insanı da gene üç kanunun çerçevesinde ele almıştır. Ve bunu da Sfenks sembolü ile ifade etmişlerdir, bu herkesin bildiği meşhur Sfenks heykeli.

Bir Sfenkste davar, aslan ve kartal üçlüsü bir insan başı ile birleşmiştir. Gövdesi davar gövdesi, aslan pençeleri, kartal kanatları ve bir insan başı ile birleşen bir varlık temsil edilmiştir. Okült gelenek insanları mizaçlarına göre üç sınıfa ayırmıştır;

1- Çalışma adamı, bu tamamen bedensel, fiziksel faaliyete yönelik insan tipidir. Yaşamını vücudunu ağır işlere koşarak kazanan kişileri bu bölümde ele alabiliriz. Sfenksteki sembolü, davardır. Ve ayrıca Kuran da da Bakara, ki Türkçe’ si davar demektir, suresi var. Bunu konuşmanın ilerleyen bölümlerinde bir kez daha yorumlamaya çalışacağım. İşte bu ayrıca gene insanın fiziksel güçlerini de temsil edip fizik bedene karşılık gelmektedir.

2- Cesaret adamı, bu cesur, mücadeleci ve kavgacı insan tipidir. Değişken tabiatlı ve mücadelenin her türlüsüne eğilimli olan, bunları seven insanı tasvir eder. Sfenksteki aslan bunun sembolüdür. Bu aynı zamanda bir insanın duygusal yapısını ve moral güçlerini de temsil eder. Astral bedene karşılık gelir.

3- Zihin adamı, bu da düşünen, hayal kuran insan tipidir. İmajinasyon melekesini kullanan düşünürler, sanatçılar, bilim adamları, bu bölüme girerler. Sfenksteki kartal bunun sembolüdür. Bu sembol aynı zamanda bir insandaki zihin gücünü de temsil etmektedir. Mantal bedene karşılık gelir.

Bu üç unsur veya üç mizaç, bir araya getirilmiş ve yüksek bir prensip tarafından yönetiliyor şeklinde tasvir edilmiştir ki, bu da insan başı tarzında sembolleştirilmiştir. Yani insanın ilahi özü asıl varlığı anlatılmak istenmiştir. Ruha, ruhsal enerjiye karşılık gelir. Tüm insanlarda bu üç mizaç mevcuttur. Bazen ikisi, bazen de biri aktif durumdadır. Şimdi kadim geleneğin veya okült bilgilerin bu üç unsuru birer hayvanla ifade etmeleri çok anlamlıdır. Bunlar çeşitli enerji kesafetlerine karşılık gelen beden özellikleridir ve kontrol edilmeye, fakat insanın ilahi özü tarafından kontrol edilmeye muhtaçtırlar. Bunlar adeta bizim varlık yapımızda yaşamakta olan üç hayvan olarak ele alınmıştır. İnsan dünya yaşamı boyunca bunları ne derecede yönetebilecek, kontrol edebilecek oranda gelişirse işte Sfenkste var olan ve insan başıyla temsil edilmiş olan ruh varlığı bu üç hayvanı, üç unsuru, üç mizacı o denli yönetebiliyor demektir. Günümüzde ise durum bunun tam tersinedir. Yani bu üç hayvan veya bu üç mizaç ruhu yönetmektedir, bizi yönetmektedir. Bu durum o kişinin gelişiminin de ölçüsü olmaktadır. İnisiyatik çalışmaların en büyük hedeflerinden biri de budur. Bu aynı zamanda nefsin kontrolü de demektir. Kendini bilmek, kendini tanımak demektir. Bedensel, duygusal ve zihinsel faaliyetlere olabildiğince hakimiyet bunların çalışmalarına olabildiğince şuurluluk kazandırmak hedeflenmiştir. O halde, önce içimizdeki davarı, aslanı ve kartalı bilmemiz, sonra da bu tamamıyla kendi iç güdülerine göre yaşamakta olan davarı dilediği yerde yemlenip, dilediğini parçalayan aslanı, dilediğini düşünüp, dilediğini hayal eden ve kontrolsüz imajinasyon yaratan kartalı fark etmemiz, tanımamız ve kontrol altına alıp asıl tesir ve yönü, asıl bizi, gerçek bizi tayin edebilme seviyesini yakalamalıyız. Bu hal ruhsal varlığın fiziksel, duygusal ve zihinsel seviyelerdeki daha etkin yaklaşımını sağlayacak ve daha yüksek tesirleri alabilmek ve bulunduğu durumun bilgisine daha çok sahip olmak bakımından bütün inisiyatik çalışmaların hedeflemiş olduğu asıl durumu varlıkta tezahür ettirecektir

Okültizimde, hakikatin kendisi sade ve tektir.

Çünkü hakikati sembolik bir yaklaşımla dairenin merkezinde bir nokta olarak ele aldığımızda ve onu da dışa doğru açılan daireler olarak ele aldığımızda ve dışa doğru açılan dairelerin daha çok noktadan meydana geldiğini gördüğümüzde; dolayısıyla hakikat merkezden uzaklaştıkça daha çok teferruata, daha çok detaya bürünmektedir anlamına gelmektedir. O halde Yaradan’ ı, tabiatı ve insanı anlamaya yönelik çalışmalarda ne denli çok sayıda ve karmaşık bir takım prensiplerden bahsediliyorsa, işin o denli ezoterik değil egzoterik yani dışsal mahiyetiyle ilişkideyiz demektir. Hakikate yaklaştıkça, yani merkeze yaklaştıkça, bakınız buradaki daireden diyelim otuz tane noktadan oluşmuş, on beşe düşmüş, dokuza düşmüş, sonuç olarak, tekliğe yaklaşıyoruz. O halde hakikate yaklaştıkça, merkeze yaklaştıkça, bilgiler giderek sadeleşmekte ve adeta teke, tekliğe yolculuk başlamaktadır. Şöyle bir deyiş aklıma geliyor, Mevlana dan bir deyiş, “Kabenin içinde kıbleden eser yoktur.” Kabenin dışındayken daima bir yön, bir istikamet içindesiniz ama Kabenin içindeyseniz merkezdesiniz, artık yön aramanın gereği yoktur mealinde bir ifade.

Şimdi gene okült yaklaşımın bir canlı varlık olan dünyaya bakışını görelim.

Üzerinde her birinizin kendi tekamül düzeyine göre değişik ihtiyaçlarla yaşamakta olduğu bu vasat, yani dünyamız, canlı bir varlık ve o da kendi ihtiyacı doğrultusunda kendi yaşamını sürdürmektedir. Canlı bir varlığın başlıca özellikleri şunlardır; sinirim sistemi, solunum sistemi, dolaşım sistemi ve daha üstün canlılarda sinir sistemi. Bu sistemlerin insandaki var oluşları, işleyişleri hakkında herkesin az çok bilgisi olduğu için bunlara girmek istemiyorum. Ancak şimdi canlının özellikleri olan bu sistemlerin dünyadaki yani canlı bir varlık olan dünyadaki karşılıklarına bakalım.

Dünyanın dolaşım sistemi okültistlere göre şöyledir; okyanuslar dünyanın kalbidir, kasılır ve açılırlar ve bunun sonucu olarak med, cezir dediğimiz deniz çekilme ve deniz yükselmeleri meydana gelir. Su, dünyanın kanıdır, dolaşım sistemi atmosferdedir. Adeta atardamarlardaki kırmızı kan gibi kara parçalarının üzerinde dolaşır. Çiğ, yağmur, kar olarak düşer. Buzullarda yoğunlaşarak dünyanın kan depolarını veya hayati enerji depolarını oluşturur, bu su, kırmızı kanın tüm bedeni dolaşarak tüm hayati enerjiyi hücrelere aktarıp gerekli onarımı yaptığı gibi ve tüm bu vazifeyi ifal edip kalbe dönüşü gibi ve buna benzer şekilde dereler ve nehirler vasıtasıyla okyanuslara geri döner. Tıpkı kirlenen kanın yeniden kalbe dönüşü gibi.

Dünyanın solunum sistemi; yukarıda bahsettiğimiz dolaşım sürüp gitmekte iken, dünya güneş ışınlarını emmektedir ve atmosferinde tutmaktadır. Okültistler, atmosferi dünyanın ciğerleri olarak nitelerler. Gündüz vaktini bir soluk alma, geceyi ise soluk verme olarak ifade ederler hatta bunu ayın dönemleri ile de eşleştirip yeni aydan, dolunaya kadar olan süreçte dünyanın güneşteki ışınları emerek maden damarlarında topladığını veya biriktirdiğini ve dolunaydan yeni aya kadar geçen ikinci dönemde de bunları geri yolladığını ifade ederler. Dünyanın sindirim sistemine de okültistlerin yaklaşımı şöyle, bu sindirim sistemini birkaç aşamada ele almışlar, özellikle topraktaki humus tabakasını ve bu tabakanın gıdaları alma olayı. Faydalı kısımların işe yaramazlardan ayrılması ya da sindirim. Yani dünyanın toprak tabakasının üzerindeki humus bölgesindeki bitkilerin yetişmesi, yaşaması, fermante olması, yeniden yeşermesi olayına okültistler dünyanın sindirim sistemi adını vermişlerdir. Hatta buna dünyanın midesi de tabir ederler. Sindirilen maddelerin dünyanın organizmasına mal edilmesi ve yeni maddeler haline dönüştürüp kullanılmasını okültistler humus tabakasına bağlamışlardır. Bu mide, dünyaya enkarne olacak olan tüm varlıklara her an yeni bedenler vermek için hazır beklemektedir. Ayrıca, enkarnasyonunu tamamlayan varlıkların cesetlerini de her an kabul etmeye hazırdır.

Örneğin, bir insan, bir beşer fizik bedenini terk edip öldüğünde bir hücre yığını olan beden ya da ceset doğrudan toprağa gider. Yani onu değişik maddelere dönüştürecek olan dünyasal mideye gider. Yaklaşım böyle ve böylece topraktan geldiniz, toprağa döneceksiniz ifadesi de yerini bulmuş olur.

Yine okültistlerin üzerinde durduğu enteresan bir diğer husus da şudur. Salgın hastalıklar, tabi afetler ve savaşlar gibi pek çok canlının topluca hayatını kaybettiği dönemleri, dünyanın normalin biraz üstünde gıdaya ihtiyacı olduğu dönemler olarak ele almışlardır. Gene okültistler, tarım olayını da bu dünyanın sindirim olayına bağlamışlardır.

Şimdi dünyanın sinir sistemi olarak nelerin ele alındığına bakalım. Dünyanın güneşten çektiği ışınlardan kullanılmayanlar, dünyanın madeni damarlarında birikirler. Bu adeta insandaki guddesel sinir sistemi bezlerinde depolanan sinirsel enerjinin dünyadaki karşılığı olarak ele alınmıştır. Ve gezegenin asıl sıcaklığının sebebi olarak da bu gösterilmektedir. Yani derinlere inildikçe ısının artması, yükseklere çıkıldıkça ısının azalması bunun bir kanıtı olarak kabul edilir. Dünyanın merkezindeki ateş pek çok okültistin nazarında komik bir hipotezden ibarettir. Okültistler dünyanın içinin boş olduğunu kabul ederler ve magma tabakası yoktur derler. Volkanik patlamaların dünyanın sinir sistemi olan maden damarlarında dolaşmakta olan manyetik akımların oluşturduğu kısa devrelerden meydana geldiğini ifade ederler. Buna kanıt olarak da yanardağların daha çok deniz kenarlarında olmasını gösterirler. Dünyanın canlı bir varlık olması da bu bakımdan incelenmiş ve insan bedenindeki canlılığı oluşturan durumlara karşılık olarak bunlar gösterilmiştir.

Şimdi de Okült çalışmalarda gereken en önemli konulardan biri olan Astral Plan konusuna kısaca değinelim. Okült çalışmalar yapan kişiler inisiyasyonun ilk safhasını geçtikten sonra Yaradan’ ı, yaradılışı ve insanı tanımada dünyasal bilgilerin değil, dünya dışı bilgilerin, sezgisel bilgilerin, vahiy tarzındaki bilgilerin geçerli olduğunu ve fayda sağlayacağını idrak etmişlerdir. Ve bu çağlar boyunca böyle olmuştur. Nitekim kadim devirlerden beri günün icaplarına uygun kisvelere bürünüp gelen ve gerçeği araştırma yolu olan inisiyasyonlarda da en önemli merhalelerden birisi müridin veya talebenin bu Astral Alem’le veya görünmeyen alemle, mutavasıt alemle, aracı alemle olan irtibatının kurulması ve arttırılması olmuştur. Bütün bu inisiyatik merkezlerde uygulanan eğitimlerin en önemli merhalelerinden biri de gene bu Astral Plan’ın tanınması ve onunla olan ilişkinin dozunun arttırılmasıdır. Zira görünen alemin, veya fizik alemin, görünmeyen alemin yani Astral Alem’in bir tezahürü olduğu bilinmektedir. Ve fizik planda olup bitmekte olan her şey önce Astral Alem’de meydana gelmektedir. Bu yasa çok iyi bilinmeli ve çok iyi anlaşılmalıdır. Yani ruh varlığı şuurla veya bilinçle veya istemeden, skalatik bir yapı içerisinde en şuursuzdan, en şuurluya kadar giden bir imajinatif faaliyet ile sürekli olarak Astral Plan’ı, Astral Mekan’ı ve Astral Mekan’ın maddesini etkilemektedir. Ve orada sürekli olarak “Astral klişeler” veya “düşünce formları” oluşturmaktadır ve bu klişelerin, bu formların yoğunlaşarak fizik planları veya fizik planlarda çeşitli hadiseleri oluşturmaları söz konusudur. İşte bu tip bilgilerin bazı kişi ve gruplar tarafından bilinmesi ve uygulanması da maji denen bilimi doğurmuştur. Astral Alem’in yasalarını bilen, kavrayan ve bunları şuurlu biçimde yönlendirebilmek tekniklerini bilen majisyen, fizik planda istediği her türlü etki ve oluşumları meydana getirebilir. Ancak kadim dönemlerde majiden veya sihirden veya büyüden anlaşılan, bugün anlaşılan ile çok büyük bir fark taşımaktadır. Tüm kadim toplumlarda din, maji ve günlük yaşam iç içe girmişti. Örneğin eski Türklerin dini olan Şamanizmde, eski Mısır dinlerinde, Kolomb öncesi Aztek, Maya ve İnka’lar da, Kızılderililerde, Kalde ve Babil geleneklerinde, Harranlı Sabilerde, Hint ve Tibet dinlerinde hepsinde maji birinci planda yer almıştır. Ancak bir kez daha söylüyorum bugünkü manasıyla dejenere olmuş, abuk subuk hale gelmiş ve menfi yönde kullanılan bir teknik olmayıp tamamıyla beşeriyetin görünmeyenle olan temasının sağlanması yönünde ve bütün beşeriyetin gene hayrı için, selameti için, iyiliği için ve gelişim için kullanılan bir yaşam modeli idi. Ancak o da konuşmanın başında buraya koyduğumuz şemadaki envolüsyon yani düşüş sürecine bağlı olarak bir düşüş, bir kapanış, bir dejenerasyon göstermiş ve bugünkü hale gelmiştir.

Astral Plan’ın rolü hakkında daha net bir anlayışa ulaşmak için daha net bir örnek verelim. Bir heykeltıraşı ele alalım, bir büst yapacak ; gerekli malzemesi hazır. Yani hamuru veya alçısı. Gerçekleştireceği eseri de zihninde tamamlamış adeta imajını gözünün önüne getirmiş, görüyor. Yani bitmiş halini görebiliyor. Onu zihninde canlandırabiliyor, bu durumda tek yapacağı iş çamuru veya alçıyı kullanarak bu işi gerçekleştirmek. Bunun içinde ellerini kullanmak ihtiyacı içinde burada eller fizik planı sembolize etmektedir. Yani bir imajı, bir düşünceyi, bir fikri tezahür ettirmek için fizik plana ihtiyaç vardır, fizik planda tezahür ettirmek için. Diyelim ki bu sanatçımız büstünü oluşturdu, bu onun zihninde mevcut olan imajinasyonu vasıtasıyla meydana getirdiği formun fizik plandaki tezahürüdür ancak bu büstün kırılma, yıpranma, tahrip olma gibi ihtimalleri de mevcuttur. Tabidir ki böyle bir durumda sanatçımızın imajı gene aynıdır ve yine istediği anda bu büstün yenisini bir kez daha yapma şans ve ihtimaline sahiptir. Ancak herhalde makul olan bu büstün bir kalıbını çıkarmaktır. Veya bir negatifini yapmaktır. İşte o zaman bu sayede aynı eserden pek çok sayıda ve kolayca üretmek mümkün olabilmektedir. Bu kalıp Astral Plan maddesinde oluşmuş bir klişe, bir formpanse, bir düşünce formu, olarak düşünülebilir. Yani şuurlu varlık tarafından fizik planda bir form, bir hadise meydana getirmek amacıyla oluşturulmuş bir klişe. İşte buradaki sanatçı okültistlerin deyimiyle Yaradan’ dır. Yani Yaradan’ da bütün yaradılışı bu imajinasyon tekniğiyle yaratmış ve geliştirmiştir. O halde bir kez daha derli toplu ifade etmek gerekiyor ise, fizik planda tezahür ettirilmek istenen bir epröv, bir hadise veya fizik planın kendisi öncelikle onun görünmeyen, bir üst mekanı olan astral mekanda oluşturulmaktadır. Ve bunlar İlahi İrade Yasaları uyarınca hem fizik maddeyi oluşturmakta, hem de fizik kesafet içerisindeki bir hadiseyi, bir eseri, her şeyi oluşturmaktadır. Bütün bu oluşan eserler, maddeler, her şey adeta subatomic dediğimiz atom altı parçacıklardan, atom altı partiküllerden, tek hücreli bir varlığa, tabi bizim kesafet için konuşuyorum, tek hücreli bir varlıktan bir insan bedenine, bir insan bedeninden bir gezegene, bir gezegenden bir güneş sistemine, bir güneş sisteminden bir galaksiye, bir galaksiden tüm maddi kainatlara kadar hatta tahayyül sınırımızın veya düşünce sınırımızın dışına kadar ulaşan yaradılış formlarına kadar gidebilir. Hepsi bu şekilde meydana gelmiştir, işte okült bilgiye göre tüm fizik maddelerin bir astral kalıbı, astral ikizi mevcuttur. Bu ifadeyi daha sade ve net ifade etmek gerekirse, her görünen alem kendisinin bir üstü olan görünmeyen alem tarafından var edilmiştir diye toparlayabiliriz. Şimdi, Astral Alem’le olan ilişkinin güçlenmesi müridin veya talebenin duyular dışı idrak melekelerinin de gelişmesi ile birlikte eğer yüksek ve diğerkam bir eğitim yapılıyor ise nefsani eğilimlerin de giderek sönümlenmesine yol açıyordu. Zira görünmeyenle olan temasın artması hem kendi asıl varlığından, yüksek benliğinden, hem de Hami Sistemler’den, hem de vicdani kanallardan gelen tesir ve bilgilerin daha az dejenere olarak varlığa ulaşmasına yol açmakta, hem de mürit otomatik olarak koruyucu bir alan ile sarılmakta veya mevcut olan alanı güçlenmekte idi. Geri veya nefsani seviyeli tesirat artık onu başkalarını etkilediği gibi etkileyememektedir. Hatalarında giderek azalmalar meydana gelmektedir. Astral Plan’la, fizik plan arasındaki ilişkiyi giderek daha açık bir şekilde idrak eden inisiye bu ortamın kendine has yasalarını öğrenmeye ve uygulamaya başlamakta bu arada kendi üstündeki, nefsi üstündeki çalışmalara da daha bir hız vermektedir. O halde tam bir cehit ve tam bir efor halini süreklilik içinde tutmak, ağır ve emin adımlarla tırmanmak, durumundadır. Zira astral vasatta hayat çok daha seyyal bir maddi vasatta hüküm sürmektedir. Ve kişinin amaçları ve niyetleri hangi kalitedeyse ona uygun varlık ve enerjileri kendisine cezb etmektedir. Bu cezbediş, bu toplayış geri seviyeli varlık veya enerjilere yönelik olabilir. Bu durumda sonuç hepinizin bildiği Obsesyon vakalarıdır. Bir inisiye, sebep sonuç yasasının Astral Plan’da da geçerli olduğunu ve daha güçlü bir şekilde, daha hızlı bir şekilde işlediğini bilmektedir. Bu arada, müridin gelişimini sağlayan mürşidin varlık yapısı çok önemlidir. Yani mürit ve mürşit ilişkisi kadim dönemlerden günümüze gene envolüsyon sürecine bağlı olarak dejenerasyonlara uğrayarak bu günkü durumlarına kadar gelmiştir.

İnsanların çoğu herkesçe doğru sayılmış bir önyargıdan yanadırlar. Ve bunun kesin doğru olduğuna inanırlar. Gene insanlar, özellikle orta ve alt entelektüel seviyede olanlar, otorite, uzman, başkan, hoca, şeyh, mürit, öğretmen, profesör, doktor gibi sıfatları olan kişilerin sözlerini her ne olursa olsun saygı ile kabul etme eğilimindedirler. Ve taklit yoluyla etrafındakiler gibi düşünürler. Zihinlerinin tembelliği, söylenenin doğru olup olmadığını tahkik etmek için düşünmek gibi can sıkıcı bir işe girmektense buna hemen inanmalarını telkin eder. Tahkik eden, düşünen, araştıran, olumlu bir şüpheciliğe sahip zihinsel yapı çok önemlidir. Özellikle bu tip yollarda çok önemlidir. Bu durum, mürşit, mürit ilişkilerindeki dejenerasyonun başlıca sebebini teşkil etmiştir. İşte bu dejenerasyonu önceden gören Muhammed Peygamber, İslam dininde ruhban sınıfını ortadan kaldırmış kendi ifadesiyle kul ile Allah arasına hiç kimseyi sokmamış, sadece Kur’an bilgileri girebilir demiştir. Ayrıca Kur’an’da bu ifadeyi, bilgiyi kuvvetlendirmek açısından Ankebut suresinde bahsedilen bir misali de şöyle vermiştir; orada bir kara dul örümceğinin ilişkisi bittikten sonra eşini sokarak öldürmesi misali vardır. Bu misal dejenere olmuş mürit, mürşit ilişkilerindeki durumu ifade etmektedir. Gene bu konuda bir söz vardır, bu sözün net kaynağını tespit edemedim ancak çok önemli sufilerden İsfahanlı Ragıp’ a istinat edilen bir ifadedir bu.

Şöyle diyor; “Mürşit elinde mürit, gassal elinde meyyit gibidir” diyor. Şimdi bunu tercüme edelim, mürşit ile mürit anlaşıldı, mürşit öğretmen, mürit öğrenci, gassal, gusl eden, ölü yıkayıcı, meyyit de kadavra yani ölü. Şimdi bir daha bakalım yani demek istiyor ki, mürşit elinde mürit, ölü yıkayıcının elindeki ölü gibidir. Tepkisiz, itirazsız. İşte onlar yani dejenere olmuş müritlerimiz, tabii ki şüphesiz onlar için konuşuyoruz, işte bunlar soru sormayan, tahkik etmeyen kadavra gibi insan ve kadavra gibi toplum istiyorlar. İşte bunun için koskoca bir Bakara Suresi inmiştir. Yani davar suresi. Ayetin genelinin tek yorumu şudur :

“Mensuplarım davar sürüsüne dönüşmeyin, davar gibi yaşamayın, insan olduğunuzu hatırlayın, düşünün, araştırın, tahkik edin ve aslınızı hatırlayın. İnsan olmanın şanına layık bir hayat sürün, Allah’ tan ve bilgiden başkasından yardım ve ışık beklemeyin”. Evet, aşağı yukarı bu kadar yani bu bütün Bakara Suresi’nin genel bir yorumudur. Başka yorumlar da yapılabilir.

Gene okültistler, tüm varlık aleminin birbirini etkilediğini ifade ederler. Kendimizi genellikle diğer insanlardan veya toplumlardan ayrı farz ederiz. Kendimize göre kurduğumuz bir düzen, bir işimiz, belli dost ve çevremiz oluşmuştur. Ve bunun dışında kalanlardan pek haberimiz bile yoktur. İlgilenmeyiz bile, ancak kitle iletişim araçları ile bazı enformasyonlar ediniriz, unutup da geçeriz. Halbuki işin aslı bambaşkadır. Bizler tanımadığımız insanlara da,milletlere de, taşa da, toprağa da, hayvan alemine de, hepsine hatta gezegenlere, yıldızlara, bütün yaradılışa da görünmeyen bağlarla bağlıyız. İşte Papüs’ ün dediği gibi “bir sineğin kanadının titreşimi kainat şümul bir etkiye sahiptir”. Bu ifade bu demektir. Yani bizi çevreleyen alemde ne olup bitiyorsa bunların hepsi bize ulaşmaktadır ancak bizim bu ulaşımdan haberimizin şuurlu olarak olması veya olmaması durumu söz konusudur. Maalesef haberimiz olmuyor. Yani biz bizim dışımızdaki bütün kainattan, bütün yaradılıştan işte sinekten, masadan, eşyadan, bu tepegözden gelen tesirlerin farkında değiliz. Bunlardan bir netice çıkarmak ayrı bir mesele. Ayrı bir cehit, ayrı bir hassasiyet, ayrı bir bilgelik istiyor ve de liyakat. O halde Okültizim de ben ve o diye bir ayırımın olmadığını, tüm varlık aleminin bir bütün olduğunu ama bizlerin henüz bunu görecek durumda olmadığımızı ifade etmektedir. Çünkü bu kainat şümul etkilerin bu seviyedeki şuur sahamıza ulaşmasını engelleyen bir duvar örmüşüz. Bu duvar, astral seviyemizdeki kirliliğimizdir. Bütün inisiyatik öğretilerin özü, bu astral kirliliğin temizlenmesi ve dolayısı ile görünmeyen alemden, bütün kainattan, bütün yaradılıştan gelen bütün bu tesirleri almamızı daha doğrusu ve daha açığı ben ve o diye yaptığımız ayırımın olmadığını anlamak yönündedir. Tıpkı toprağa ayaklarımızla, atmosfere ciğerlerimizle bağlı olduğumuz gibi astral bedenimiz vasıtasıyla da tüm varlık alemine bağlı durumdayız.

Şimdi biraz da çok özet olarak Mısır gizemciliğinden, veya İsis inisiyasyonundan bahsedelim. İsis inisiyasyonu, Mısır da biliyorsunuz tanrılar panteonunda da üç Büyük Tanrı vardır. Osiris erkek tanrı, İsis dişi tanrıça ve Horus onların oğlu, gene üçlü sistem söz konusu. İsis Sirius’ a karşılık gelmektedir, Kozmik ana diye de geçer. Biraz da bu inisiyasyondan bahsedelim. Mısır gizemciliği, veya İsis inisiyasyonu, pek çok Yunanlı filozofun, örneğin, Pisagor’ un, Eflatun’ un, Heredot’ un, Solon’ un, Thales’ in ve pek çok diğerinin ayrıca Musa Peygamber’in, kısmen de İsa Peygamber’in inisiye olduğu büyük bir inisiyatik merkezdir. Musa bütün eğitimini bu ekol içerisinde yapmış ve Osiris dinini adeta özetleyerek Musevi dinini oluşturmuştur. Musa’ nın meşhur on emri, Osiris’ in kırk emrinin özeti ve envolüsyon dediğimiz yani düşüş sürecine bağlı inişe bağlı olarak daha kapatılmış, daha özetlenmiş daha sembollere büründürülmüş ve gidişatın icabına uyarlanmış şeklinden başka bir şey değildir. İsa Peygamber de özellikle hayatının bilinmeyen bir yanı olan on iki yaşına kadar olan hayatının bu safhasını Mısır’daki bu inisiyatik merkezde geçirmiş ve orada özellikle sahip olduğu bu ruhsal melekelerin açığa çıkartılması yönünde büyük çalışmalar yapılmıştır. Ayrıca bu arada bütün bu bilgilerin batı alemine intikalinde sadece bu Yunanlı filozofların değil, Endülüs vasıtasıyla Araplar tarafından yapılan tercümelerinde, ki bunlardan en ünlüsü Muhiddin İbn- i Arabi’dir, bu sufi vasıtasıyla benzer güney sufileri vasıtasıyla da bu Mısır’ın Isis İnisiyasyonu’nun bilgileri Batı Avrupa alemine ve Anadolu’ ya intikal etmiştir. Biliyorsunuz bir Mu ve Atlantis kolonisi olan kadim Mısır Edgar Cayce’ nin akaşik okumalarına göre İ.Ö. 50.000 ‘ li yıllarda bile mevcuttu. Yani konvansiyonel arkeolojinin Mısır’ın geçmişi için verdiği tarih 4000 – 5000 en fazla 6000 yıldır ama böyle olmadığı herhalde anlaşılacaktır.

Mısır inisiyasyonu başlıca dört ana safhada ele alınmaktaydı;

Vaftiz bölümü,

Ölüm, yeniden doğum bölümü,

Cehenneme iniş bölümü,

Güneşe dönüşme bölümü.

İnisiyasyonun bu dört safhası Astral Plan’ın sırlarına vakıf olmayanlar için veya bu alemle yani görünmeyen alemle temas edemeyenler için hiçbir şey ifade etmiyordu. Oysa ki bu ayrışmayı gerçekleştirebilmiş yani görünmeyenle temasını başlatmış ve geliştiren için ise büyük önem taşımaktadır. Bir takım hayati riskler de taşıyan çetin imtihanlardan sonra kişi mabede kabul ediliyordu ve bir hücreye alınıyordu. Bu hücrede bir oruç ve tefekkür dönemi geçiren aday astral vasatla veya görünmeyen alemle temasa geçmesi için hazırlanıyordu. Nitekim ilk vizyonunu görmeden hücreden dışarıya alınmazdı. Böyle bir hücrede yetmiş yıl kalanların olduğu söyleniyor. Zaten Astral Planla veya görünmeyenle irtibat kuramayanlar inisiyasyonun az önce saydığımız bu dört tane sürecine dahi kabul edilmezlerdi. İşte bu astralla olan teması sağlayabilen veya görünmeyen alemle olan teması, geçirgenliği sağlayabilen kişi veya inisiye adayı vaftiz edilirdi. Bu onun fizik bedeninin arınmasının sembolüdür. Bunu astral bedeninin arındırılması izleyecektir ve vaftizi takiben görünen alem ile görünmeyen alem arasındaki irtibatı bağlantıyı kuvvetlendirmek için on günlük bir oruç ve meditasyon süreci geçiren aday ikinci aşama olan ölüm ve yeniden doğum aşmasına getirilirdi. Burada büyük rahibin veya hiyerofant denir buna, bunun denetiminde aday bir tabuta yatırılır ve transa sokularak kendisine astral seyehat yaptırılırdı. Şüphesiz bu tam bir koruma ve rehberlik içinde ehli inisiyelerce izlenirdi ve kontrol altında tutulurdu. İnisiye veya aday, daha sonra bu astral seyahati istediği anda yapabilme imkanını elde ederdi. Böylece, dilediği anda ölüm denilen olayın ne olduğu veya ne olmadığı hakkında deneysel bilgilere kavuşma imkanına sahip olurdu. Bu arada adaylar kadim Mu’ dan intikal eden saf ve sembolsüz bilgilerle sürekli olarak inisiye edilirlerdi. Yani bu astral seyahatleri başarmak demek istediği anda ölümü yaşamak, ölümü deneyimlemek demekti. Yani tüm insanların ancak ölüm esnasında, yani hayatlarında bir defa deneyimlemek şansına sahip oldukları duyumlara veya haletlere bilinçli olarak dalmak ve sonuçta yok olmak anlamında ölüm diye bir şeyin var olmadığını, bunun sadece bir hal değişikliğinden ibaret olduğunu, adeta bir kapıyı açıp diğer tarafa geçmek kadar basit bir hadise olduğunu kavramak anlamına geliyordu. Ölüm ve doğum denilen bu aşamayı da geçiren aday, bunu da başardıktan sonra üçüncü aşama olan cehenneme iniş veya itiraf aşamasına gelirdi. Bu hem görünen alemde rahipler önünde, hem de Astral Alemde gene rahipler önünde yapılırdı. Okültistler Astral Alemin alt tabakalarının bu mahkemenin gerçek mekanı olduğunu da ifade etmişlerdir. Nitekim bunun, bu tip inisiyasyon bilgilerini halka nispeten kapalı ve sembolik bir üslupla açıklamış olan Virjil, Horas, Homeros ve Dante gibi kişilerce tasvir edilmiş olduğunu da belirtirler. Buna sembolik olarak cehenneme iniş denir. Aslında insanın kendi kendisiyle hesaplaşması, yaşamlar boyu birikmiş olan tortuların astral kirlerin temizlenmesi aşamasıdır. Bu hesaplaşma, yaşamlar boyu birikmiş olan kir, pas, tortu, menfi duygular, nefsaniyet, bu cehennemle sembolize edilen bütün bu menfi olan durumlarla karşılaşmak ve bunların temizlenmesine çalışmak aşamasıydı. Ve bütün bu işlemlerin sonunda dördüncü aşamaya ulaşılırdı ki bu da güneşe dönüşme aşamasıydı. Ve bunu da elde eden inisiyeye artık “Yaşayan Osiris” sıfatı verilmektedir, onların diğer isimleri “Yaşayan İlahlar” veya “Tanrı Oğulları” olarak da geçer.

Bilindiği üzere aynı ifade, yani Tanrı Oğlu ifadesi İsa Peygamber tarafından kendi kozmik statüsünü belirtmek maksadıyla kullanılmıştır.

Şüphesiz bu dört inisiyasyon aşamasının bir hayli teferruatı ve geniş anlatım ile açılımları var ama ben bunu çok özet olarak geçtim aşağı yukarı budur. Şimdi gene konuşmamızın başına dönerek olayı bağlayalım.

Ezoterik öğretiye göre dünya beşerinin macerası bir evolüsyon ve envolüsyon sürecinden geçmektedir. Fransızca bir kelime olan evolüsyon ve envolüsyon iniş – çıkış veya düşüş – çıkış anlamına da gelmektedir. Yani beşer böyle bir düaliteyi deneyimlemektedir. Başlangıçların mükemmeliyeti, bütün okült öğretilerin bilgisinde bulunan bir bilgidir. Yani bütün yapılar başlangıçta mükemmeldi, tezahür ettiler, bir envolüsyona uğradılar, dibe vurdular ve gene bir evolüsyona geçtiler. Adeta ayakların tabana deymesi gibi görünen bu hal günümüzde tamamen maddi değerlere tutunan beşeriyetin işte bu durumu ile örneklenmiş olmaktadır. Şu anda beşeriyet, envolüsyon dediğimiz, düşüş dediğimiz sürecin en altına kadar inmiş ve orayı deneyimlemektedir. Şu anda yaşanan tam bir envolüsyon halidir, tam bir cehennem hali de diyebiliriz. Ve Okültistler, tabi ki başka öğretilerde bunu söylüyor, biz Okültizmi anlattığımız için boyuna okültist diye parantez açıyoruz, bu bilgi sadece okültistlere ait değil, sadece onların malı değil anlamında ve okültistler bu düşüşü bir çıkışın izleyeceğini belirtirler. Kıyamete dek süren bu düşüş, bu envolüsyon, bu cennetten kovulma, akabinde bir yükselişi doğuracaktır. Bu kıyamet, insanın iç kıyameti veya iç uyanışı, varlığının yapısını, eşyanın mahiyetini kavraması demektir. Bu alışılmış, bağlanılmış, güdümüne girilmiş, dağlar gibi pek çok değerlerin yıkılması, batması, çökmesi. İşte insanın iç dünyasındaki bu dağların, kıtaların batması ve sulara gömülüşü ve yaşanacak yeni kıtalar bulmaya mecbur oluşu anlamına da gelmektedir. Yoksa fiziki olarak dış dünyada, jeolojik olarak kıtaların batması, gezegenin tahrip olması anlamında değildir kıyamet. Bu kıyamet, bu idrakleniş ve şuurlanış için bütün beşeriyet özellikle son 2000 yıldan beri en çetin sınavlar, en yoğun bilgi akışı ve en üst korumayla muhataptır. Konuşmamıza Merkez Yüce Plan Tebligatlarından bir pasaj ile son vermek istiyoruz.

11 Nisan 2000 tarihli celseden bir alıntı ;

“Bu siklusun en zengin dönemini yaşayan yeryüzü, sunmuş olduğu hayatiyet imkânlarının kendilerini geliştirirken, kendisinin de geliştiğinin farkındadır… Burada, beşerin dahli cüzi gibi görünmektedir… Fakat beşer içerisinden sıyrılmakta olan şuurun var edici özelliği süratle gelişmektedir… Ve yeryüzünü ince bir tabaka halinde kaplamaya başlamıştır…
“Yeni zaman, yeni dünya üzerinde yeni varlıklarla kucaklaşacağı güne doğru ilerlemektedir…”

(193)