Menü

Merkez Bilgi Alanı Vakfı – 03

30 Ocak 2017 - Merkez Bilgi Alanı Vakfı

MERKEZ BİLGİ ALANI VAKFI – 1999
Tebligat Bilincini Kazanma Semineri Dizisi: 06 / EKİM / 2003
KONU: 02
YARADAN KAVRAMI HAKKINDA
(İnsan gücünün, gerek psişik, gerekse fizik olarak ortaya tam manâda çıkamamasının sebebi…)
Konuşmacı: Nurettin ERSOY
İrticalen yapılan konuşmaların kaset deşifrasyonlarıdır.

N.E.: Tebligat bilincini kazanma semineri diyoruz bu çalışmalara, biliyorsunuz… Bilinç nedir..? Bilinç, bilmek; ama bilmenin ötesinde bir şey bilinç… Bilme köklü yani bilmekten geliyor bilinç… Yalnız bilinç, bilmeden farklı olarak, bilginin, kazanılmış, idrak edilmiş haliyle varılan bir neticedir…

Bilgi, varlık tarafından önce talep edilir, sonra kabul edilir yani varlık onu onaylar, reddetmez, der ki; “bu fena değil, aklıma yattı, mantıklı, çelişki yok…” Başka..? “Benim kafamda zaman zaman belirli belirsiz üreyen sorulara cevap verici”, burada da bir onay aldı… Çünkü her bilgi, her varlığın sorularına cevap verici mahiyette değildir… Yani her varlık, farklı frekansta, farklı anlayış seviyesinde olduğu için, onun, talepkâr olduğu bilgi de farklıdır… Onun için her bilgi her varlığa cevap olmaz, cevap vermez… Varlık, eğer o bilgiyi, kendi kafasındaki (flu dahi olsa, kendinin farkında olmadığı dahi olsa) sorularına cevap verici buluyorsa, zaten o bilgiyle bir ilişkiye girmeye başlar… Bu, sanki çok sempatik bulduğumuz bir varlıkla, bir insanla karşılaşmak gibi bir şey… Yani ben buna ısındım, bunu sanki tanıyor gibiyim, yabancı değil bu demeye başladığı anda, biliniz ki, o bilgi o varlıkla yavaş yavaş ilişkiye girmeye başlamıştır… İşte varılan bu noktada, kabullenme, onaylama safhası yaşanır… Varlık der ki; tamam… Bu bilgiyi anlamasam da, tam manâsıyla ne anlattığını fark etmesem de fakat sempatim oldu der… Hani bazı insanlarla karşılaşırız, aslında daha önce hiç tanımamışızdır fakat deriz ki; “o kadar sıcak, o kadar sempatik geldi ki, sanki ben onu önceden tanıyorum gibi, bir yerden tanıyormuşum gibi, aslında hiç tanımıyorum…” Buna, sevginin, sevgi enerjisinin yani ağır sevgi enerjisinin, Yaradan’ın sevgisinin sulandırılmış versiyonu diyoruz…

Sempati… Sevgiye ilk yolculuk sempatiyle başlar… Bu, mutlaka geçilmesi gereken merhalelerden biridir… Sempati, derinleşir, derinleşir, derinleşir, sevgiye dönüşür… Sevgi de kendi içerisinde, önce; “o beni seviyorsa, ben onu seveyim”, ondan sonra; “beni sevmese de seveyim”, derken; “dayak atsa da seveyim, her şeye rağmen seveyim” e kadar götürür… Zaten her şeye rağmen seviyorum şekline kadar gidebilen bir insanın dayak, mayak yemesi mümkün değildir… O dayak yeme safhası, o sevgideki dirayetliliğinin imtihanıdır…

Efendim, her şeye rağmen sevgiden söz ediyorsunuz… Ben çok karşılaşırım böyle, “siz çağ dışı bir insansınız”, derler… Niye..? Çünkü insanlar bunu anlamıyor, suiistimal ediliyorsunuz diyebilirsiniz… Hayır, sen gerçekten her şeye rağmen sevmeyi idrak etmiş ve geri dönülmez bir belirleyicilik halini oluşturmuşsan varlığında, kimsenin senin sevgini suiistimal etmesine kozmik yasalar müsaade etmez… Buna gerek kalmamıştır… Çünkü sen imtihanları artık geçmişsin… Suiistimal edile edile orada dirayetli bir kazık çakabildiysen, yani dirayetli, ısrarlı, dönüşü olmaz bir kararlılık gösterdiysen, artık yukarısı, sevgini suiistimal edici veyahut sevgine sevgisizlikle cevap verici veyahut seni işte bilmem neyle hoşlanmadığın şekilleri yaşatıcı varlıkları artık sana yollamaz, çünkü niye..? Bunların hepsi imtihandı ve kazandın… Ne olursunuz çevrenizden size karşı gelen bu tür eleştirileri, bu tür uyarıları sakın ciddiye alıp da; “Acaba, haklı mı bu adam, vaz geçsem mi bu işten, Poliannacılık mı bu..?” şeklinde aman imtihanlarınızı yitirmeyin, kaybetmeyin, ne olursunuz dirayetli olun, bakın göreceksiniz o imtihanlar o dirayetlerinizle yani suiistimal edilsem de seveceğim, sevmeseler de seveceğim diye ısrarlı o imtihanları kazanma becerisi gösterdiğiniz andan itibaren göreceksiniz nasıl bir sevgi platformunda, nasıl yüksek bir sevgi titreşiminde, artık sizinle birlikte sevenlerle birlikte olmaya başlayacaksınız… İmtihan olan, imtihan aracı olan o geri varlıklar, yani sevmenizi suiistimal eden sevmenizle alay eden sevdiğiniz için sizi efendime söyleyeyim rencide eden, eleştiren, anlamayan vesair yani sizin hoşlanmadığınız davranışlarda bulunan bütün o imtihan vesilesi varlıklar sizin yanınızdan alınır… Artık sizin için imtihan oluşturucu, buna vesile olucu varlıklar artık geçerli değildir… Ve siz, işte orada, sizin sevginizin frekansını aynen size yansıtacak varlıklarla birlikte olmaya başlarsınız, işte bizim halimiz, sizlerle birlikteliğimiz…

Biz nice imtihanlardan geçtik yirmi beş yıl… İnanın buna… Ama şu anda görüyoruz ki, böylesine ağır bir çalışmanın, aşağı yukarı bayağı rahatsızlık verebilecek olan bu çalışmanın talebinde bulunan ve içi dışı bir ve hiçbir suiistimal etme ihtimali taşımayan varlıklarla birlikteyiz… Bu imtihanlardan sonra bunlar oluştu… Eğer biz, bu yolun belirli bir noktasında, yirmi beş yılın onuncu yılında, on beşinci yılında deseydik ki; “ya bu adamlar üzerimize böyle geliyorlar, bizi eleştiriyorlar, Polyannacılıkla suçluyorlar, haklı olabilirler vazgeçelim bu işten” deseydik… Hayır, imtihan kaybedilmiş olurdu… İşte bu noktadaki dirayetlilik, kararlılık, iman, neye iman, sevgiye iman, sevgi ne..? Yaradan’a iman, kozmik yasalara iman… Onun için, sevgiyi ucuzlatıcı insanlara karşı lütfen iradenizi güçlü tutun… Sakın kanmayın… Bu çağ dışı diyebilirler, size Pollyannacılık yapıyorsun diyebilirler, sizi duygusallıkla suçlayabilirler, bunların hepsini aşınız, bakın görürsünüz işte o zaman, sevginin gerçek yüzü hayatınıza nasıl enjekte oluyor…

İşte bu güç, sevginin gerçek gücü dediğim, gerçekten Yaradan’ın gücüdür… Sevgi, yaradan’ın adıdır… Yani Yaradan, özdeştir sevgi… Ama tabii ki, dünyada bizim deneyimlediğimiz seviye olan duygusallık, sevgi değildir… Sevgi, Duygu değildir… Sevgi bir enerjidir… Yaradan enerjinin yol açıcılığını yapar… Yani zaman enerjisi yoktan var ederken, (tabii yoktan var etmeyi şöyle anlayın, görünmeyeni görünen hale sokarken demek istiyorum, O görünmeyen zaten yaratılmış) görünmeyeni görünen hale sokarken Yaradan, sevgin varsa diyor… Sevgimle yarattım diyor… Sevgi enerjisi ona kızak vazifesi görüyor… Bütün Yaradan’ın eylemleri, sevgi enerjisinin kızaklık vazifesi yapmasıyla meydana gelir… Sevgi enerjisi, bütün yaratılışın sebebi hikmetidir..?

Zaman enerjisi, Yaradan enerjidir… Meselâ bizler de her türlü tekamülleri sevgimiz varsa oluşturabiliyoruz… Mesela şu anda sizin sevginiz olmasa burada oturamazsınız, neye karşı sevgi..? Çeşitli seviyelerde, kime..? Vakfa karşı bir sevgi, belki sempati, o da sevginin sulandırılmış versiyonu… Kimisi buradaki topluluğu sevdiği için burada, kimisi beni sevdiği için burada, kimisi bütün bunların ötesinde ben orada öyle bir bilgiyle muhatap oluyorum ki, onu seviyorum diyor… Zaten sevgi enerjisi olmasa bu bilginin varlıktan varlığa nakli söz konusu olmaz… Diyor ki;

“Bilgi enerjisi sunanla sunulan arasında gidip gelirken, sevgi enerjisi ona kızak vazifesi görür…” diyor… Yani ben de bir sevgi olmazsa, bu sevgim olmasa, bu bilgiyi size nakletmekte çok zorluk çekerim… Sizde de bu karşı sevgi olmasa, bu bilgiyi almakta mümkün olmayan durumlar doğar… Dolayısıyla bilgi nakli olmaz… Demek ki, sevgi enerjisi kızak vazifesi görüyor… Ben sevgimin üzerine koyuyorum kayıyor size geliyor bilgi… Siz de sevginizi kendinize kızak yapıp çekip alıyorsunuz, böyle bir şey… Dolayısıyla sevgi gücü çok önemli bir güç… Yaradan’ın gücü sevgi gücü… Deneyimleyenler tabii çok iyi bilirler, sevgi enerjisinin gücünün aşamayacağı müşkül yoktur… O gücü açığa çıkartmak zorundayız, başka hiç çaremiz yok… Bu ne demektir..? Sevgiyi açığa çıkartmak demek, ama duyguların ötesine geçen bir sevgiyi tabii ki, duygudan başlar bu hareket, duyguların ötesine geçen bir sevgiyi açığa çıkartmak demek Yaradan’ı çekip alıp varlığımızın içerisinden neşretmek demektir… Yani gerçek manada koşulsuz, her şartta sevebilen bir insana rastlarsanız, bilin ki, ondan size gelen tesir Rabbin tesiridir… O Rabbin tesirini kendi varlığından geçirip sizlere nakşediyordur, naklediyordur… Bu kadar önemli…

Dolayısıyla bu gücün açığa çıkması, ki insan gücü diyor tebliğde… Zaten kısa bir tebliğ bu… Anlayana kadar, iyice Rahmetini üzerimizde hissedene kadar bunu çalışacağız… Hiç başka çaremiz yok, yani belki de böyle bir tebliğ bütün kış mümkün olsa, çalışılsa ve sindirilse bizim için yeterli olur…

Burası dünyasal bir okulu değil, yani maarif bakanlığının verdiği bir tedrisi mutlaka sekiz ay içerisinde bitirmek gibi bir zorunluluğumuz yok… Bir kavram üzerinde bütün yıl durup, o kavramı bir kavradığımızda, yani idrak ettiğimizde, bütün kozmosun bilgisini idrak etmiş oluruz… Çünkü niye..? Bakınız dünyasal bilgide bu yok tabi, dünya dışı olan bu kozmik bilgide, ki biz buna tebligat bilgileri diyoruz… Ruhsal alemden fizik aleme nakledilmiş ve bire bir deşifre edilmiş ve sizlerle paylaştığımız bilgiler bunlar… En küçük bir beşeri zihin müdahalesi yok… En küçük bir sonradan müdahale yoktur… Ne aktıysa odur…

Şimdi bu bilgilerin özelliği, her zerresinde bütünün bilgisini ve özelliğini taşımasıdır… Bu çok önemli bir özelliktir… Her zerresinde bütün Yaradan’ın bilgisi vardır… Onun için biz, çok sözler edip, çok tebliğler dizip, çok sayfalar çalışmayabiliriz de… Öyle bir yerde, öyle bir yoğunlaşır, öyle bir zum yapabiliriz ki idrake yönelik, o bilgiyi kavradığımızda, çalışmadığımız tüm bilgileri zaten aldık deriz…

Şimdi, bir de, beşeri zihin, mantık, akli olma özelliği şu soruyu soruyor..? Diyorsunuz ki; böyle bir ruhsal alemden bir akış var bu vakfın merkezine ve bu akışın üstün bir bilgi olduğunu söylüyorsunuz… Amenna, bunda ısrarlıyız, çok üstün bir bilgi… Nasıl üstün..? Beşeri zihin, beşeri şuur vasfında olan bizlerin alabileceği en maksimum kapasitede bir bilgi bu… Bugüne kadar bu bilgilerle haşır neşir olmak nasıl bir şey..? Üstatlarımız hocalarımız hep bunu söylerdi… Peki biz burada toplanmışız yaklaşık olarak otuz – kırk kişi ve beşeriyet adına gelmiş olan, asla bireysel özelliği olmayan, külli özellik taşıyan, yani dünya insanlığına yönelik olan bu bilgiler, idrak edilecek de ne olacak..? Madem bu insanlığa gelmiş, şu kadar bir yer, dünya nüfusu ne olacak ki otuz – kırk kişi idrak etse anlasa ne olur, anlamasa ne olur..? Beşeri şuur, dünya mantığı bunu gerektiriyor… Böyle bir soru üretiyor… Yani ne olacak şimdi, burada bunu anlayacak fakat bir de dışarı çıktığında, ırmak gibi Beyoğlu’ndaki insanlardan tutun, dünyanın o beşeri kitlelerine, en ücra köşelerindekilere ne olacak..? Kim gidecek New York’a, kim gidecek Afrika’ya, kim gidecek Mozambik’e, Uzakdoğu’ya da, bu bilgileri onlara da nakledecek..?

İşte dünya beşeri zihni, dünya imkanlarına dayalı olarak kendince haklıdır, ama dünya dışı mekanizmadan baktığımızda son derece yanlıştır ve komiktir… Niye..? Çünkü dünya beşeri ortamında bizler genellikle iletişimi, ilişkiyi beş duyuyla algılanabilir fonksiyonlarımızla oluştururuz… Yani nasıl..? Göz göze bakarız, sizinle bir iletişim kurarız, göz bebeğinize bakarım, gelir dokunurum bir ilişki kurarız, gelir kulağınıza bir şey söylerim, bir ilişki kurarım, gelir koklarım sizi, siz de beni koklarsınız, bir ilişki kurarız, beş duyuyla kurulur bunlar… Oysa ki, dünya dışı bir bilginin, tebligat bilincinin temelidir bu, varlıktan varlığa nakli, beş duyuya bağlı değildir… Şu anda zannetmeyiniz ki, siz beş duyuluk bir ortam içerisinde, ağzımdan, biyolojik organlarımdan, vs. çıkan titreşimlerden, beş duyunuza rastlayan ifadelerle bunları idrak edeceğinizi zannetmeyin, en fazla anlarsınız, onaylayabilirsiniz… Esas idrak mekanizması, beş duyuyla hiç ilgisi olmayan iletişim kaynaklarıyla oluşur… Yani eğer ben, burada bu sözleri sese, orijinalinden okuyarak veyahut kendimce yorumlayarak kendi varlık ve anlayış eleğimden geçirerek size naklederken, sizin idrakinize vesile olacak faaliyet bu değildir… İdrake vesile olacak faaliyet, ben bunları beş duyu imkanlarıyla sese, görüntüye dökerken, ona yükleyeceğim görünmeyen yöndeki tesirdir esas Rahmeti size ulaştıracak olan… Ben o tesiri yükleyebilirsem eğer, siz bu bilgiyi onaylar, anlar, sindirir, idrak eder ve şuur sahanıza atarsınız… İşte o bilgi sizindir, işte o bilgi gerçek yerini bulmuştur… Dolayısıyla bizim buradaki otuz – kırk kişi arasındaki bu çalışma, sanmayın ki bu fiziki mekan içinde kalıyor… Şuur alanları vasıtasıyla bu bizim geçilemez zannettiğimiz duvarların ötesine geçerek bütün Beyoğlu’na, bütün Beyoğlu’ndan bütün İstanbul’a ve Türkiye’ye, bütün Türkiye’den, zamansızlık ve mekansızlık özelliğine bağlı olarak bütün dünyaya yayılır…

Alın size bir Polyannacılık daha… Ütopya… Bu nasıl iştir..? Tabii ki, akli, mantıklı özellikte olan bizler için çok fazla kabul edilebilir ifade değil bunlar, biliyorum ama en azından reddetmeyin… Olabilir mi böyle bir şey..? diye şöyle bir kafanızda bunu bir kenarda, müşahede etmeye değer bir şekilde tutun bakalım… Arada bir düşünün… Saçma ama, söylendiğine göre acaba diyerek onu şöyle bir tahkike tabi tutun, belki günün birinde onun ne mana ifade edeceğini size siz ispat edeceksiniz…

Şuur alanlarıyla irtibatın gücünü denemekte çok fayda vardır… Şuur alanlarıyla ilişki kurmanın gücünü denemekte çok yarar vardır… Onu denemek için de, konuşmamın başında söylediğim gibi önce kabul etmek, reddetmemek lazım, en azından nötr kalın… Çünkü burada biz, reddedilmeyi istemediğimiz gibi, düşünmeden kabul edilmeyi de istemeyiz… Bizim inisiyasyon sahamızda böyle bir şey var, en azından nötr olmak lazım… Dur bakalım bir kenarda dursun, söylendiğine göre düşünmeye değer deyip lütfen bir kenarda tutup, onun, sizin varlığınız üzerindeki faaliyetine müsaade edin…

Bilgi canlıdır, bilgi alınır, bizim zihin platformu üzerindeki bilgi yuvalarında hemen faaliyete geçer… Bu fiziğin kabul etmediği, bir fizik ötesi faaliyettir… Görünmeyen bir faaliyettir, ama o derhal o faaliyetiyle bilgi taneciklerini sizlerle buluşturmak için kendi kendince faaliyetlere girer ve bir süre sonra bakarsınız ki, o bilgi kendi zihninizde siz ilgilenmeseniz de bir tür neşv-i nüma bulmuş… Bu eski bir ifade ama güzeldir yani hayatiyet bulur, gelişir… Bir gün bir de bakarsınız ki, sizin için son derece yabancı veya kabullenmede zorlandığınız bir bilgi, sizin tarafınızdan onaylanır hale gelir… O süreci de, kendinizi nötralize ederek ancak yaşayabilirsiniz… Reddettiğinizde bunu yaşayamazsınız, çünkü reddettiğiniz anda o bilgi taneciğine sınır koyuyorsunuz ve o bilginin sizdeki, içinizdeki gücü, bu sevgi gücüdür, Yaradan güçtür, açığa çıkartmasına engel oluyorsunuz, sınır koyuyorsunuz…

Bu çok önemli… Sınır koymak… Tebligatımızın ana konusu bu…

“İnsan gücünün gerek psişik (bunu ruhsal olarak psişik anlayın… Psikolojik olarak değil… Psişik, burada ruhsal yönümüzdür… Psişemizdir… Psikoloji daha farklı bir şeydir, psişe sözcüğü, ruhsal sözcüğü çok daha deruni bir ifadedir…) gerekse fizik olarak (yani beş duyuyla algılanabilir; bilek gücü olarak, güzel konuşmayla, işitmeyle, iyi görmeyle ilgili gibi) ortaya tam manada çıkamamasının sebebi; daimi olarak beyninize, düşüncelerinize sınır koymanızdan ileri gelmektedir…”

İşte bütün sır bu, çok basit bir neden aslında… Sınır koyuş… Bu sınır koyuş, beşeriyetin binlerce yıldır alması gereken bilginin üçte birini alma sonucunu yaşatıyor bizlere… Bakınız böyle bir ifade çok korkunç bir ifade… Diyor ki; Beşeriyet, Adem den bu yana alması gereken bilginin 1/3’ini alabildi, 2/3’sini işte bu içinde bulunduğumuz devre sonu almak zorunda… Müthiş bir şey bu… Kaç bin yıl düşünün; şöyle bir geri gidin Adem den bu yana sözcüğü aslında genel siklus içerisinde yani büyük Siklus-u kebir içerisinde son Adem, çok yakın şu an bulunduğumuz devreye çok yakın yaklaşık olarak 8-10 bin yıl diyelim son Adem dönemi… Bu süre içerisinde düşünün işte taş devri, maden devri, İsa’ya gelin İsa dan sonra İslami dönem sonra savaşlar savaşlar, savaşlar… Biliyor musunuz; insanlık tarihi boyunca, savaşılmadan, yeryüzünde hiçbir savaşın olmadığı süreleri toplamışlar… Ne çıkmış..? yüz elli yıl… 1 gün de olabilmiş, 1 hafta da olabilmiş, 1 ay da olabilmiş, bunları toplamışlar, toplamışlar binlerce yıldır ne çıkmış..? Böyle garip bir şey, yani neden dünya insanı açığa çıkartması gereken bilginin 1/3’ini çıkartmış… Çünkü savaşmış… Birbirini yemiş, biriktirmiş, kategorize etmiş, parçalamış, dağıtmış, sevgisizliği tezahür ettirmiş, negatifi, ne kadar olmaması gereken varsa onu deneyimlemiş… Şimdi bu kadar bereketli ve olmaması gereken deneyim birikimi, bize, şimdi, olmaması gerekeni nasıl yakalattıracak..? Çok zor, çok kısa bir süre içerisinde bunu yapabileceğiz inşallah…

Şimdi diyor ki; bu gücün, insan gücünün psişik ve fizik olarak açığa çıkmasını temin için beyninizdeki düşünceleri sınırları kaldırmanız lazım diyor… Kaldırın sınırları… Ufkunuz yani görebildiğiniz en ileri hedefiniz , en ileri noktanız, koyduğunuz sınırlara kadar uzanan kısır bir saha olmaktan ileri gidememektedir… Küçük küçük hedeflerle ilerliyoruz… Niye sınır koyuyoruz..? Yaradan’dan haberdar olmak, bakınız çok önemli, Yaradan’dan haberdar olmak… Ve o bünyeye dahil olduğumuzu anlama… İşte bütün mesele bu… Bunun için bu sınırları elden geldiğince itelemek gerekir… Yaradan’dan haberdar olmak ve o bünyeye dahil olduğumuzu anlamak için bu sınırları elden geldiğince itelemek gerekir…

Tekamülle doğru orantılı olan bu cehit………………………………………… (burada irtibatta algılama zorluğu olduğu için orijinaliyle okuyorum.) bu cehit hangi cehit..? Bu sınırları elden geldiğince itelemek cehti, Yaradan’dan haberdar olma ve o bünyeye dahil olduğumuzu bilmek veya anlamak… Yani Yaradan’ın bünyesine ben de dahilim, O benim dışımda değil… Ben O’nun bünyesindeyim ama Yaradan değilim… Hani hep o tarifi veriyorum, bir ağacın yaprağı ağaçtandır, ama yaprak bir gün çıkıp da ben ağacım derse çok komik olur, bir ağacın yaprağı ağacın bünyesindendir… Yaradan ağaçsa, ben yapraksam, O’nun adına bir vazife yapmak, o bünyeye hizmet etmek için bir yaprak şekline dönüştüm, ama günün birinde ben öylesine kendimi yitirdim ki, yaprak olarak diyorum ki; ben ağacım diyorum… Bu çok komik, çünkü niye, ben ağaçtanım, ama ağaç değilim… Ben ağaç değilim, ben yaprağım, ama nasılım..? Ağaç beni oluşturdu… Ben ağaca bağlıyım ve onunla birebir alışveriş içerisindeyim, ben yaprak olarak terleme yapmazsam, o ağaç o hizmetten mahrum kalacak… Fotosenteze hizmet etmezsem, o ağaç beslenemeyecek, gelişemeyecek… O ağacın kendinden oluşturduğu yaprak olan ben, o ağaca hizmeten ordayım ve yaprakla birlikte o ağaç bir mana ifade ediyor… Bunu sonsuz bir ağaç şeklinde düşünürseniz, O’ndan başka hiçbir şey yok, ben O’nun bünyesindeyim ve O’na hizmeten varım gibi…

Tek başına yaprağı alıp, ayırırsanız, hem ağaç, hem yaprak hayatiyeti ifade edemez… Böyle bir olgu olamaz, ayıramazsınız, çünkü o ağaç sonsuz, ayıracak bir bölge yok… Sonsuz olan bir bünye içerisinde ben ondan ayrılayım dediğinizde komik olursunuz, çünkü sonsuz demek onun dışında başka bir olgunun olmadığı bir saha demek, yani bilimin söylediği eksi sonsuzdan artı sonsuza gibi bir sınırı yok bunun… Bilim mecbur öyle söyleyecek… Çünkü niye; bilim beşeri zihne ifade eder söylediklerini… Beşeri zihnin özelliği, mutlaka sınır koymak ister beşeri zihin… Nereden, nereye..? ne kadar, niçin..? Nasıl sorularıyla beşeri zihin mutlaka kategorize eder, ayrıştırır ve sebep ve sonuç arayışı içerisindedir…

Siz, bir beşeri zihinden, sebebi ve sonucu iterek yok ettiğinizde beşeri zihin çok şaşırır… Onun için bu bilgiler çok zordur… Bu bilgiler baş ağrıtıcıdır, çünkü niye, sizin beşeri zihninizin, beyinle aktive olan, beyin sayesinde fonksiyon icra eden taleplerin dışına çıkıyorsunuz… Ne yapıyorsunuz..? Sonsuz… Nasıl bir sonsuz..? Ne başı var ne sonu… Nereden nereye..? Bilinmeyen bir önceden, sonsuz önceden, sonsuz sonraya, ikisinin de ucu yok… İşte bu noktada beşeri zihin iflas eder, iflas eder, isyan eder… Böyle bir şey olabilir mi, nasıl olur..? Karar verme veyahut üzerinde bir netice bekleme alışkanlığındadır… Neticeyi bekleyemezsiniz, çünkü tebligat bilincinin en önemli özelliği, beşeri bilinci aşmaktır… Sınırları aşmaktır…

Tebligat bilinci, sınırın ötesine geçmektir… Bunun adına aslında meditasyon denir… Meditasyon bilincidir bu… Meditasyon bilinci, transandantal vasfı ile yani düşünce ötesine geçme vasfı ile böylesine bir aleme geçiş temrinleridir… Meditasyon budur teknikler olarak… Ve dolayısıyla da meditasyon yapan bir insan dünyanın kendi beş duyusunu etkilediği bütün etkilerden kendini arındırıcı bir ortama geçer, orada gözünü kapatır, düşüncelerin zihninden kontrolsüz bir şekilde geçişini deneyimledikten sonra düşünce ötesine geçebilir… Bir meditasyon esnasında, bilirsiniz ki, eğer düşünceleri durdurma niyeti taşıyorsanız asla meditasyon yapamazsınız… Düşüncelerin gelip geçişi sizi rahatsız ediyor, belirli bir amacı oluşturamadığınız anda meditasyondan çıkarsınız… Onun için meditasyon teknikleri bize, bırakın o düşünceler geçsin, ama öyle bir hale gelin ki, ne geçeni düşünün, ne de geçirilecek bir düşünce arayın der… Böyle bir haldir, yani gözünüzü kapattığınızda bir düşünceyi çağırmak da negatif bir eylemdir… Gelen düşünceyi, nasıl geldi, keşke gelmeseydi, dur şunu kovalayayım demek de aynı onun gibi negatiftir… Öyle bir hale gelmesi lazım ki, tabii ki, gelen geçecektir…

Belirli bir doyuma ulaştıktan sonra zihin, anlayacak ki, ne çağırıyor, ne çağırılanı kovuyor… İşte o noktada düşünceler yok olacak, yani beşeri zihin size düşünce sunmamaya başlayacak, ama sizin o noktayı yakalamanız lazım… Ne çağırıcı, ne çağırılanı kovucu, sanki o kendi başına ne yaparsa yapsın beni ilgilendirmiyor gibi, sizi ilgilendirmiyormuş gibi, müdahaleci olmuyorsunuz, geleni sadece izliyorsunuz, yorumsuz, bir süre sonra bakıyorsunuz ki, düşünce ötesine geçmişsiniz… Hiçbir dünyasal hatıranın, düşüncelerin size getireceği imkan yok artık… İşte o noktada siz, beşeri zihnin beşeri melekelerin ötesine geçmeye başlıyorsunuz… İşte o zaman, her şey zamansız, her şey mekansız, her şey iç içe, sınırsızlığı tarif etmeye başlıyor… O noktada gidiyorsunuz, büyük bir derin algılama ile gidiyorsunuz, ama gidişiniz yönsüz bir gidiş, aşağı, yukarı, sağa, sola, öne, arkaya aynı anda gidiyorsunuz, gidiş diyorsunuz ona… Bir vizyondan söz ediyorum, ölüme yakın deneyimler yaşayan varlıklar derler ki; duvarı geçiyorum, ama hem yukarıyı, hem aşağıyı, sağı, solu geçiyorum, lineer bir şey yoktur… Çünkü beşeri zihin kendini terk ettiği anda lineerlik kaybolur, beşeri zihin lineerlik ister… Onun için Yaradan’dan haberdar olmak ve o bünyeye dahil olduğunu anlamak, beşeri zihinle çok zordur, imkansızdır…

Diyor ki adam; “Çıkıyorum yukarıya, kainatlara sığamıyorum, yere iniyorum, kainatlar bana sığıyor…” Ne neyin içinde, ne neye sığıyor, ne neyi kabına alıyor, öyle bir şey işte Yaradan…

Yaradan’ı en iyi kavramak, O’nu kavrayamamaktır… Birisi Yaradan’dan haberdar olduğunu ve O’nu çok iyi anladığını söylerse, o hiçbir şey anlamamıştır… Yaradan kavranılamaz… Yaradan’la olan ilişkilerinizi, kavranamaz noktalara doğru hamlederek, geliştiriniz…

Sınırlarımızı aşmanın başında, ulvi, manevi sınırları aşmak gelir… İnançlarımızı gözden geçirmemiz gerekir… Gerçek dine, gerçek imana ulaşmanın gereği budur… Burada inanca demedim, imana dedim; çünkü bunların arasında çok büyük kavram farkı vardır… İman başka bir şey, inanç başka bir şeydir… İnançlarımızı revize etmeden imanı yakalayamayız… İnançlarımızı revize etmemiz lazımdır… Gerçek imana ulaşmanın yolu, inançları revize etmekten geçer, başka hiç çaremiz yok…

O bünyeye dahil olduğumuzu hissetmek nasıl bir şeydir… O bünyeye dahil olduğumu hissettiğim anda, O ben, ben O’ olurum… Peki, ben kime dua edeceğim… Yaşamım esnasında sıkışınca kime yalvaracağım, sıkışınca kimden yardım umudu beni besleyecek, kim psişemi güçlü kılacak…

“İnsanın gücünün, gerek psişik, gerekse fizik olarak ortaya tam manada çıkamamasının sebebi;”

İşte, o, sana yardım edecek içindeki güç, kendi gücün, insanın gücü, Tanrı, Yaradan… Sen içindeki gücü açığa çıkaracaksın… Sen sıkıştığın zaman, çaresiz kaldığın zaman, kendi dışındaymış gibi hitap ettiğin, kendi dışındaymış gibi, başını yukarı kaldırıp da, yukarılarda birine yalvarmak hissi duyduğun, böyle bir güç…

“El açan olmak yerine, el açılana doğru gitmek…” çok iddialı ifadeler, ama bu seminerin özelliği bu… Artık ok yaydan çıktı… İddialı ve sarsıcı fakat bu sarsıntıyı zarar verici manada anlamayınız… Yani statikleşmiş, kemikleşmiş ve bize sınırlar çizerek gelişmemize engel olan ve yıllardır bizi rehavetle götüren değerlerimizi fark edip, mutlaka onları aşmamız gerekmektedir…

Biz, gerçek değil Hakikat Tanrı’yı anlamaya, idrak etmeye çalışıyoruz… Biz öyle bir Tanrı’yı hissediyor ve arıyoruz ki; öyle bir Tanrı var ki, bugün, şu anda çevremizde algılananın ötesinde bir Tanrı, ona uzanmaya çalışıyoruz… Çünkü böylesine sonsuz bir Yaradan, tüm yarattıklarını bünyesinde barındırırken, (çünkü sonsuz, onun dışında olamayız) onun en yüksek noktalarına uzanma hakkını onlara vermiştir… O’na uzanabilen uzansın, buna bir tebliğde “en ücra köşeleri” diyor… Böyle bir Tanrı’yı arıyoruz ve bizim Tanrı anlayışımız budur… O öylesine sonsuzdur ki, nereye giderseniz gidin, bütün insanları ondan biliyorsunuz, hepsi o Tanrı’nın bünyesi, unsuru, böyle bir şey deneyimleyin, çok müthiş bir hadisedir, ondan başka hiçbir unsur yok…

Benim Tanrı anlayışıma etki eden bir anlayıştır, sizinle paylaşayım;

”Güzel bir bahar akşamı, evin balkonunda oturuyorduk 3 oğlumuzla birlikte… İçimden büyük bir şükrediş hissi kalktı… Çocuklar dedim, Tanrınıza şükredin… Niye baba dedi ortanca oğlum, 6-7 yaşlarındaydı… ‘Şu ortama bak, güneşin batışına, yediğimiz nimetlere, sağlığımıza bak’ teşekkür edelim Tanrı’ya derken, konu Tanrı nedir..?’e geldi… Ben biliyorum dedi ortanca oğlum ve dedi ki; ‘şu güneş var ya, ay var ya, yıldız, böcek, insan, ağaçlar, sinek, mikrop var ya’ evet dedim… Zannediyorum ki, bütün bunları yaratan Tanrı diyecek… Oysa ne dedi biliyor musunuz..? “Baba işte bütün bunların hepsi Tanrı dedi…”

Gerçekten, bu cümle ile, yarın sabahtan itibaren etrafınızı algılamaya çalışın, etrafınıza bakın, algılamaya çalışın… Bütün bunların hepsinin Tanrı olduğunu, Tanrı’nın bünyesinde olduğunu, asla bu algılayış “ben Tanrıyım” manasında değildir… Tanrıyı oluşturan öğeler, sonsuz olan o yüce Yaradan’ın tezahürleri, unsurlarıyız bizler…

“O bünyeye dahil olduğunuzu hissetmek…”

O ağaçsa, onun yaprağı olduğunu, tomurcuğu veya bir atomu olduğunu hissetmek…

“Tekamülle doğru orantılı olan bu cehit’……………………..

Geleneksel ifade ile ruh diyoruz, ama o üstün enerjidir, Yaradan enerjidir… Ama bu Yaradan enerji, sonsuz öncede OL denmiş ve OLMUŞ olan o sonsuz ve üstün enerji bu…

“Ruhun sizin anladığınız bir manayı ifade etmediğini, esas olan tek bir ruh olup, başlangıç ise bu şekilde oluşmaktadır…”

Gerçekten, Yaradan konusunda çok derin bir anlayış oluşturacağız… Oluşturmalıyız… O da, neticede bizlerin, yani dünya insanının bu beşeri tatbikat sahasındaki şuuru ile anlayabileceği, içinden çıkmaya çalışabileceği Yaradan bilgisi, Yaradan anlayışı olabilecektir… Bu da bir noktaya kadardır… Ama bu nokta sonsuzdadır… Peki bu, sonsuzda olan bir nokta ise, tamamı bu mudur..? Yani mutlak nihai midir..? Hayır değildir… O sonsuzda olan ve sonsuzda olduğu için asla varılamayacak olan o noktadan sonra, bizim hiç anlayamayacağımız bir Yaradan anlayışı çıkar karşımıza… Ve o sonsuzdaki nokta, OL emri ile olduran noktanın ötesinde bir Yaradan sonsuzluğudur… Ve bizim Yaradan’la ilgili meselelere, bu beşeri zihnimizin maksimum gücü ile içimizdeki gücü de açığa çıkararak bütün sınırları kaldırarak, Yaradan’la ilgili bütün sırlara hamledişimiz, çok küçük bir sahayı ifade eder… Bu saha, OL denilen sonsuz noktadır ve o saha aynı zamanda da çok küçük sahadır…

Böyle yüksek bir Yaradan anlayışı ile Yaradan’dan söz etmeye başladığınızda saçmalarsınız… Yaradan’dan, gerçek mahiyeti hakkında sözler söylediğinde saçmalama şekline dönmeyen insanın Yaradan anlayışı sınırlıdır, kısıtlıdır… Çünkü Yaradan lineer beynin yani saçmalama veya saçmalamamayı teşhis eden bu beynin saçmalamama sınırları içerisinde kaldığı anda çok kısır, çok anlayışsız, hakikatten çok uzaktır… Sanmayınız ki, size Yaradan hakkında çok mantıklı, çok saçmalamadan birbiri ile çelişmeyen ifadelerle bahsedeceğiz…

Mantıksızlık nedir..? Beşeri zihinle Yaradan hakkındaki sırlara hamlediş çok küçük bir sahadır… Neresidir burası..? Bu küçücük saha sonsuzdaki bir sınırdır… Çok küçük bir saha, hem de sonsuz Yaradan böyle bir şey onun için o sonsuzlukları kapladığı halde iman edenin kalbinin içerisinde yer alabilir, en küçük zerrenin içinde Yaradan’ın bizatihi kendisi vardır, bütünüyle hologramik bir yapıdır bu…

Hologram: bu bilimsel bir konudur… Özel ışınlarla bir fotoğraf tekniği olarak düşünün bunu… Bir plaka vardır, bu plaka üzerine çeşitli açılardan X ışınları vurdurulur, ışınlarla yapılan obje tabları yapılır… Öyle bir plaka düşünün ki, bir elma resmi tabediyorsunuz, sonra bu plakayı parçalıyor, tuz buz ediyorsunuz… Milyonlarca parçaya bölebilirsiniz… Bu parçalardan bir tanesini alarak büyütüyorsunuz, üzerinde şu elmanın aynısı vardır, bir parça daha alın, onda da elmanın aynısı var, milyonlarca parçayı inceleyin hepsinde bunların birleşmesinden meydana gelen şekil var… Onun için hologram anlayışını tam oluşturmadan, Yaradan bünye hakkında bilgi edinmek zor…

Sonsuz bir hologram plaka düşünün, adına Tanrı diyoruz… Kendini parçalıyor, tezahür ediyor, çokluk alemini oluşturuyor… Bunlar kendi içerisinde daha küçük parçalar, moleküller, atomlar, atom altı, hayvanlar, böcekler, sinekler fakat hepsini aldığında Yaradan’ın bütün bilgisini saklıyor, Yaradan’ın bütün sevgisi mümkün, Yaradan özelliği de onda var, tek farkı büyük parçaya göre küçük, o kadar küçülüyor ki görünmez hale geliyor ama bütündeki özellik en küçük parçada var… Böyle bir anlayışla yola çıktığınızda çeşitli amaçlarla çeşitli insanlar yanınızdan geçerken bunlar tanrısal tanrının tezahürü diyebiliyorsunuz…

“Yani tek olan üstün bir şekilde yaratıldıktan sonra, bu tekliğin çokluğu neticesinde adeta yapılan vakum esnemeler ile oluşumlar meydana getirilip, üzerlerindeki tatbikatlara ve bunlardan elde edilen bilgi görgüye sahip olunmuştur… Sizin esas yaradılışla bağlantınız sadece ilk hareketledir…”

Hareket, burada fiziki bir manâ ifade etmez… Felsefede hareketin karşılığı düşüncedir… Tabii ki, bu dünyasal seviyeye indirilmiş bir anlayıştır, Yaradan bünyesinde ise, hareket ilk imajinasyondur… Hareket, Yaradan’a ait bir düşünce, imajinasyondur… OL emri aslında böylesine bir fiili şekle dönüştürülmesine rağmen, dünya beşeri anlasın diye aslınsa bir ilk imajinasyonun ifadesidir… O, imaje ettiği anda olmuştur… Fizik alemler ve o fizik alemlerin üzerinde tatbikat yapacak olan ruh+ fizik birliktelikleri oluşmaya başlamıştır…

“Sizin yaradılışla olan bağlantınız ilk hareketledir…” Ol emri ile dir…

“Ondan sonraki vaziyet, tamamen, birliğin, bir olanın kendi içerisindeki merhalelerini teşkil eder ki, bunun da gayesi, sizleri büyük neticeye ulaştırabilmek içindir…

Burada anlamaya çalışacağımız veya asla anlayamayacağımız mesele şu; bizler, dünya beşeri olarak, dünya okulunun üzerinde bir şeyler yapıyoruz… Ve şuursal olarak da parçalayıcı, kategorize edici, neticeye bağlayıcı ve lineer (yani nerede başlıyor nerede bitiyor sorusudur) böylesine bir zihin yapısı ile madde alemini deneyimlemekteyiz… Çünkü madde alemindeki deneyimlerin buna ihtiyacı vardır… Bizden istenen, gidin orada maddeyi deneyimleyin, kaba, titreşimi ağır, İslam’da der ki, “biz onları aşağıların aşağısına indirdik…” bu ne demektir öyle yüksek titreşimdeydiniz ki, çok kaba titreşimlere indirdik, aşağıların aşağısı, nihai bir durum da değildir… Bundan daha kaba ne kabalıklar var…

Sonsuz inceden gelen, sonsuz kabalaşan bu skalanın, belirli bir dünya maddi tezahür aleminin titreşimi olan bir kesitinde tatbikat yapıyoruz… Bu tatbikatta, madde ile yoğun irtibat kurmalıyız… Bunu tutmalıyım, ellemeliyim, imal etmeliyim, geliştirmeliyim… Bundan bana gelen tesirlerin nefsani kanalımda oluşturduğu hoşuma gitme, sahip olma, çoğunu isteme gibi duygusal bağlarla özdeşleşerek deneyim yapmalıyım…

Çoğalın denmiş, yiyin denmiş, maddeden etki alın denmiş… Rengin bile etkisi var… Araba tutkusu olan bir insan, arabanın rengi ile özel bir duygu bağı kurabilir, kırmızı araba isteyebilir, mavi verin istemez… Maddenin üzerimizdeki güdümünü analiz ediniz, eşyanın nesi beni etkiliyor… Arabayı analiz edin, rengini kaldırın, farını kaldırın, detaylarını kaldırın, döşemelerini kaldırın, kaporta kalır, anlarsınız ki, hangi doneler nefsi mekanizmaları etkiliyor, ortaya çıkan iskelet feci bir şeydir… Tenekedir, kaza yapan arabaların halini görün… Maddenin bu yönden güdümü, öyle komik değerlerle size geliyor ki, rengi ile, formatı ile, sizi etki altına almayan bir arabanın dizaynı kusurludur… Ötekinin dizaynı etki altına alır… Ben bir şekle mi esir düşüyorum..?

Bırakın eşyayı, insanın insan üzerindeki cazibe odağı da şekle dayalıdır… Uzun boylu, narin olsun… Kısa boylu, ama insan, ama öbürünün hiçbir insani değeri yok… Hangisi kıymetli..? Yok öyle olmalı… Ne yapacaksın bütün bunları yani… Nefsi tanımak için zaaflarımızı analiz etmemiz lazım… Nefsi tanımadan vicdan realitesine geçilemez… Nefisten kaçmayınız yani nefsi tatbikatlarınızı ertelemeyiniz, kaçmayınız, bastırmayınız fakat nefsi tatbikatı yaparken zaafın ne kadar devrede olduğunu ve sizi nereden cezp ettiğini, nerelerinizden yara aldığınızı mutlaka teşhis ediniz… Ve göreceksiniz ki, böyle nefsi tatbikat yapmanız çok kısa sürecek ve size bir daha geri dönülmez bir gelişim sağlayacak… Ertesi gün bir daha o tatbikata ihtiyacınız olmayacak, çünkü tekrarlanan ve bizi yıllarca meşgul eden nefsi tatbikatlar, bir türlü baş edemediğimiz tatbikatlar, hep gözlem eksikliğinden, farkındasızlıktan dolayı bizi sürekli kısır döngü şeklinde götürüyor getiriyor…

Güzellik, cinsellik, madde, şöhret, kişiliğin daima egosantrik bir tarzda doyurulması, kale alma, iltifat olabilir, nereden nefsi tatbikat yapıyorsanız, zaafı orada araştırın, nefsi tatbikatı nihayetlendirecek olan ve ondan bilgiyi çıkarıp da bir daha deneme ihtiyacı duyurtmayacak olan oradaki zaafın teşhisidir… Onu göz ardı ettiğiniz sürece, siz, aynı çarkı çevirip duracaksınız… Mesela şöhreti yendim dersiniz, önemsiz olduğunu anladım, iki ay sonra aynı hastalığa dönersiniz… Onun için Yaradan’dan haberdar olmak ve o bünyeye dahil olduğunuzu hissetmek için mutlaka nefsi tatbikatlarımızı doyurmak zorundayız… Sakın onu öldürmeye çalışmayın, örtmeye çalışmayın, ertelemeyin… Dalın içine, yapın tatbikatlar, ama zaafları yakalamak göreviniz… Ben böyle bir bilginin fırsatı ile dalayım, hepsini unutmaya çalışayım… Hayır unutmayınız, unutmak, gelişmek gibi görünmektir… Örtmek, gelişmediğin halde gelişmiş kisvesine bürünmektir… En büyük tehlike budur… Derler ya, yetmişinden sonra azıyor adam, hep örtmekten gelir, doyurun nefsinizi doyurun… İslam’da bunu işaret eder, nefsinize zulüm etmeyin der ve tatbikatınızdaki bilgiyi hemen alacaksınız der…

Nefsi tatbikata müsaade etmek, dünya okulunun yasasıdır… Çünkü bir bilgiyi açığa çıkaracaktır… Öyle bir bilgi ki, onun olmaması gereken olduğunun bilgisini alacağız ki, vicdanı tatbikatlar aktive olsun… Nefsi doyurulmamış bir insanın vicdani aktivasyonu yoktur…

Vicdani aktive etmek, Rab ile Internet bağı kurmak gibidir, onunla diyaloga girmek gibidir… Sizin doyulmamış nefsi tatminsizlikleriniz varsa, vicdani kanalla, Rable ilişkiye girmeniz mümkün değildir… Yaradan’dan haberdar olmak o bünyeye dahil olduğunuzu anlamak bu sebepten çok önemlidir… Bu sınırları elden geldiğinde itelemek gerekir… Kaldırınız demiyor, nefsi tatbikatları yasaklayan bütün öğretiler sınır koyucudur… Dinler, inanç kurumları, yasaklayıcıdırlar, ama yanlış mıdır..? Hayır, en doğruyu yapmışlardır… Bizler için onların yasaklayıcılığı, üstün bir bilginin ışığında geçersidir… Ben tatbikatımı yapacağım, okulun tedris sistemidir, ama oyalanmayacağım… Samimiyet, içtenlik ve iman burada çok önemli bir husustur… Ben tatbikatımı yapacağım, zaafımı anlayacağım ve kontrol altına alacağım… Tamam, tatbikatını yap, zaten zaafını açığa çıkartmak seni cennetlik kılar cennete gitmenin yolu nefsi tatbikattır, budur esas…

Peki bunca dini öğreti yasakları, cezaları, ödülleri koydu..? Tabii ki, geri geri giden bir aracın ileri gitmesi için mutlaka durdurulması lazım… Bu ne demektir..? Geri gidiyorsunuz, ileri gitmek için önce arabayı durdurmanız lazım… Limit sıfır yapacaksınız… Bütün dinler, geri geri, yokuş aşağı sürüklenen beşer topluklarına fren yaptırmak için gelmiştir… Ondan sonra ileriye gidiş için, artık fren yaptırış prosesi geçerli değildir… Dolayısıyla, dinler doğruyu yapmıştır… Dinler haksız değildir… Aslında, özünde, ileriye gitme bilgisi vardır… Durdurma, ön plandadır… Özünde, ileri gidiş, yokuşu çıkış bilgisi vardır ama geri giden bir öğeyi önce durdurmak için cezayı, yasağı, ödülü kullanmıştır… Fren yapma gereğini anlatmak için bu tarz bir üsluba bürünmüştür… Özünde böyle bir üslup yoktur… İslam felsefesinde bu konuştuklarımızın fevkini bulabilirsiniz, ama gerçek tasavvuf ilmi ile bakacak olursanız müthiştir…

Yaradan bünyede yanlış ve doğru yoktur… Her şey olması gereken gibidir… Olan kutsaldır… Yaradan bünyede, kötü yok, iyi yok… Her şey olması gereken şeklinde, bu neye hizmet ediyor..?

“Ondan sonraki vaziyet, tamamen, birliğin kendi içerisindeki merhaleleri teşkil eder ki, bunu gayesi de sizleri büyük gayeye ulaştırabilmek içindir…”

Nedir büyük netice..?

Sonsuz olan bir bünyede olduğunuzu hissettiniz… Hani netice yoktu..? Beşer zihninin cezbolacağı bir müjdedir bu… Sonsuzun içinde gösterilen bir merhaledir bu… Herkesin de farklıdır bu merhalesi… İşte büyük netice burada, Yaradan’dan haberdar olmak ve o bünyeye dahil olduğunu anlamakta… Ama seziyorum ki, bunun suyunun suyunu hissedebilsek, büyük bir insan gücünün açığa çıkacağını hissediyorum… Çünkü Yaradan gücü benim içimde var… Ben bu gücü, sınırlarımı kaldırarak açığa çıkarabilirsem, Yaradan vasfını tezahür ettireceğim… Müthiş bir şey…

Yaradan gücünün açığa çıkması büyük netice… Bizler, dünya üzerinde parçalamaya, kategorize etmeye, neticeye bağlamaya ve lineer sonuçlar elde etmeye yönelik beklentiler içerisinde bulunurken, aslında çok küçük bir sahanın sınırını araştırıyoruz… Yaradan’da haberdar olma araştırması, küçücük olan bu sahanın bize olan uzaklığı, sonsuz… Bu büyük bir netice… Haberdar olmak, onun ilkelerini, yasalarını, onun yaradılış sebebini, gidişin muhtemel ne sonuçlara bizi götürdüğünü anlamak, bundan haberdar olmak, Yaradan’dan haberdar olmak… Böyle bir şey ya yoksa değil… Ben biliyorum o var… Hissediyorum değil, onun sırlarına vakıf olma, samimi bir var deyişle mümkün olur… Sırlar akar gerçekten, hissedip dilin tutulması, hiçbir şey söyleyememek iyi bir şeydir… Ya da Yaradan nedir..? sorusuna bir karıncayı alır gösterir veya hiç konuşmaz, söyleyecek bir şeyi yoktur çünkü…

Biz böylesine küçücük bir sahada Yaradan’a, ilk yaradılış sırrına, (bu saha sonsuz) ne zaman erişeceğiz..? Sonsuz da yani hiç erişemeyeceğiz… Ne zamandan beri bu durumdayız..? Sonsuz önceden beri… Ne zaman nihayete erecek..? Sonsuzda… Dönüşünüz banadır ne zaman..? Sonsuzda… Biz ne olacağız peki..? Ne başı belli, ne sonu belli… Bu soruların cevabı bulunamadığı zaman hazmetmeye başladıysak, işte o zaman Yaradan bünyede olduğumuzu yavaş yavaş hissetmeye başlıyoruz…

Tam bir teslimiyet… Ne başı belli, ne sonu belli, ama o bulunduğumuz an cehit içindeyiz… Cehit şuurlu faaliyet demek… Şuursuz, otomatik faaliyete çaba diyoruz… Nasıl bir cehit..? En yakınımdaki ufka ulaşmaya çalışıyorum… Ona ulaşınca ne olacak..? İkinci bir ufuk çıkacak sonsuzda… Ona da ulaşacaksın, sonra başka bir ufuk çıkacak…

Bir tebliğ de diyor ki;

“Tanrı sonsuz daireler, ama her daire kendisine sonsuz mesafelerde…”

Görebildiğiniz en yakın mesafeye hamlettiğinizde, en-el hak dersiniz… Bu da, idrak ile vicdani mekanizmanın hissedilmesidir… Vicdani mekanizmanın hakiki manâda algılanmasını “Hak” bilirsiniz… Vicdanı gerçekten bilen insan, ben haktanım diye fırlar… Biz fırlamadığımıza göre vicdansız mıyız..? Biz beşeri seviyeye göre çok iyiyiz… Vicdanı hisseden En-el Hak diye fırlıyor, dünya ile bağını kesiyor… Varabileceği en yakın Yaradan’ın halkasına vardığında, ikinci sonsuz halka çıkıyor, ne zaman varacak..? Sonsuz da varacak… Bu sonsuz dizilim an içerisindedir… Hepsi anda saklıdır… Tanrı böyle bir şey…

MİSAFİR: Siz bunu söylerken, lineer düşünce ile sonsuz kavramına sahibiz… Ruhsal alemdeki sonsuzlukla bizim anladığımız sonsuzluk farklı olabilir…

N.E.: Evet, farklı… Den ve dan ifadeleri… Bu sonsuzlukta öyle bir şey var ki, den dan yok, yani başlangıç yok, sadece şu ifadeye bağlı olarak, sizin yaradılışla bağlantınız sadece ilk hareketledir, dediği sonsuzda bir Ol veya yaratılmışlık, bir üstün enerji var… Yaratılmış olan üstün enerjinin sırrına vakıf olmaya çalışıyoruz…

MİSAFİR: Ondan öncesini bilmediğimize göre, bu sonsuzda yine ondan öncesiyle ondan sonrasıyla kıyaslandığında, oradaki sonsuz bizim anladığımız sonsuz değil onun dışındakidir…

N.E.: Değil… Burada ne lineerlik arayın, ne de bir şey… Şu beyine ait zihin faaliyetlerinin zerre kaldığı bir nokta… Biz bunun dışında ol emrinin vuku bulduğu, bize çok yakın küçücük yakınıma kadar geldiği bir sonsuz sahadan söz ediyoruz… Bunun adı yaratılmış ve yarat denmiş Yaradan… İşte ruh enerjisi, bu tek bir enerji… Fakat bunun bütün sonsuzluğu an içerisine sığacak bir sonsuzluk…

Bana sordular; 1/3 bilgi şu zamana kadar alınmış, 2/3 bilgi 10 yıl içinde, ne yaparım dendi… Aslında mesele dünya dışı yasalar çerçevesinde olduğu için, idrak, bilgi, varlık ile teması idrak ve şuurlanma olduğu için, an içerisinde siz o bilgiyi alırsınız lineerlik anlayışına sakın sığdırmayın… Gece yatarsınız, uykuda alacağınız bir vicdan tesiri, bırakın 10 yılı 10 enkarnasyon atak yaptırır… Bir gecede bir vizyonla alırsınız… Gelişim, tekamül gibi kavramları dünya lineer zaman dilimleri içerisinde düşünmeyin… Bir anda olur… Onun için bu sonsuzluk anlayışını nasıl kavrarız..? Bir anda olur… Bu sonsuzda varacağınız noktaya an içerisinde varabilirsiniz de…

Beyinlerinizin lineer sınırlarını bertaraf edip, özgür bırakın beyinlerinizi… Hiçbir koşul onu sınırlamasın… Beyinlerinizi özgür bırakın, göreceksiniz Tanrı’yı hiçbir zaman anlayamayacaksınız…

Cümleten iyi geceler…

(49)