Menü

Merkez Bilgi Alanı Vakfı – 09

30 Ocak 2017 - Merkez Bilgi Alanı Vakfı

MERKEZ BİLGİ ALANI VAKFI – 1999
Derin Felsefe Semineri Dizisi: 08 / Nisan / 2002
KONU: B / 02
BİLGİ ENERJİSİ / 01.
(Bilgelik – Tebliğ / Vahiy – Medyomluk Mekanizması – Sembolizm)
Konuşmacı: Nurettin ERSOY
İrticalen yapılan konuşmaların kaset deşifrasyonlarıdır.

N.E.: Evet efendim… İyi akşamlar diliyorum… Hoş geldiniz cümleten… Şimdi, kendimizi artık bildik… Kendimizi şimdi bile bile bu akşam, bilgi nedir..? Bilgi enerjisi konusunda şöyle bir dolaşalım, ondan sonra yine zaman zaman döneriz… Hepsi sonsuz bunların, hepsi sonsuz… Yani, nihai hiçbir şey yoktur… “Genişlemeye kendinizi müsait kılınız… Sizler için en inandırıcı konularda bile elastiki olmaya çalışınız… Sahip olduğunuz bilginin, daima üremeye müsait olup olmadığını kontrol ediniz… Bilginiz size yetiyorsa derhal onu geliştirme yolları arayınız… Zira atıllığa doğru gidiyorsunuz demektir…” Nereden buraya geldik..? Kendimizi bildiğimizden söz ettik…

“Kendimizi bildiğimizi, artık kendini bilme bilgisinin, kendimiz için yeterli olduğunu ve yeteri kadar da bu konuda bilgilendiğimizi ve bu bilgiyi de hayatımıza geçirdiğimizi düşünüyorsak…” hapı yuttuk… Çünkü niye..? Hiçbir şey nihai değil… Hiçbir şey… Yani şu anda, en basit bir kavram üzerinde dahi çalışmaya başladığımız anda onun asla bitmeyen bir çalışma olacağını yavaş yavaş anlamamız lazım…

MİSAFİR: Burada “Sizler için en inandırıcı konularda bile elastiki olmaya çalışınız…” derken, doğru olmayabilir anlamında mı..? Yoksa gelişebilir, eksiktir veya…

N.E.: Sürekli tahkik ediniz demektir…

MİSAFİR: ‘İnandırıcı olmayan hususlarda bile…’ dememiz gerekmez mi..?

N.E.: Yok… Bunu düzeltmeyin… Bunlarda hata olmaz… Katiyen hata olmaz… Tebligat sözleri en küçük bir harfin bile değiştirilme fikrini asla oluşturmamalı… Olduğu gibi… Önce, ben bunu çok yaşamışımdır… Acaba buraya bir virgül koysak mı..? Virgüllü müdür..? Gibi… Bir süre sonra hemen anlaşılır ki, o virgül orada olmamalı, ki yok… Ve olmamış şekli asıl maksadı ifade ediyordur… Onun için burada “Sizler için en inandırıcı hususlarda bile elastiki olmaya çalışınız…” Yani sizlere göre en inandırıcı bir kanaat oluşturan…

MİSAFİR: Asla emin olmayınız…

N.E.: Emin olmayınız… Tamam ben buna inandım demeyiniz… Bunu söyleyen, Merkez Yüce Plan’ın kendisi dikkat ediniz… Külliyatlar akıtan bu alana, külliyatlar akıtan ve beşeriyeti kapsayan, kainat-şuur bilgilerle bizleri yıkayan, böyle bir yüce mertebe… arada da bunu söylüyor… Diyor ki; bu bilgileri size aktarıyoruz… Bu bilgilere sakın,çok yüksek bir mertebenin kaynaklandığı bilgi olduğundan dolayı sakın, onu yargılamadan, o bilginin üzerinde tefekkür etmeden, o bilgi üzerinde tahkik yapmadan katiyetle, duygusal kanaatler edinerek o bilgiye duygusal bir inanç koymayınız demek istiyor… Bu çok önemli… İnanç, eğer varlığın akıl merkezinin devreden çıktığı ve duygulara tabii bir hale geldiği anda, inanç varlığı mahvedici bir faktördür… İnanç o bakımdan, bu manada duygulara dayalı inanç hiç makbul değildir… Tanrı’ya inanılmaz… Şimdi, Tanrısızlık intiba mı uyandırıyorum acaba..? Tanrı bilinir… İnanca dayalı bir Tanrı yaklaşımı zayıftır, zaaf doludur, değişkendir… Çünkü niye..? Akıl ile tahkik edilmeyen duygulara dayalı olan bir inanç, duyguların dış tesirler ile sürekli değişen karakterine tabii olarak, sürekli değişir… Çünkü duygular, duygu bedenimiz, bizim bilhassa bu ete kemiğe bürünmüş haliyle bir kozmik vazifeye bürünmüş halimizle yani, duygular, bizim çevremizden aldığımız bilgilerin enformasyonu ve onların bir halet halinde yorumlanarak yine ana kaynağa gönderilmesi için çok önemli bir donanımdır duygular… Duygular olmasa biz ana vatanımıza yani asıl kaynağa dünyadan edindiğimiz enformasyonun bilgisini aktaramayız… Yalnız duyguların kontrolden çıkmış hali olan duygusallık bizim enformasyon toplamamızda etkinse, enformasyonların hepsi yamulur… Yani şu eşyadan veyahut da şu fiziksel olgudan, veyahut da şu fenomenden gelen tesir “A” ise, eğer ben duygusal bir varlıksam, duygu bedenim, akıl bedenimin kontrolü dışına taşmışsa yani, o duygu yapım gelen “A” tesirini “Z” tesiri olarak yamultur… Başka bir harf gibi alınır… Dolayısıyla da “A” tesiri benim duygu bedenimin devreye girmesinden dolayı, bende “C” gibi bir kanaat uyandırır ve dolayısıyla da yukarıya o kanaat, bir gerçek olmayan kanaat olarak çıkar… Yani aslında bir illüzyonun kanaati olarak çıkar ve dolayısıyla da yukarıya karşı vazifemizi yapamayız…

MİSAFİR: Buradan ben, anlattığınız bilgiler ışığında şu kanıya varabiliyorum, yanlış isem düzeltin… Burada inandırıcı hususlar bizim o anki duygularımızı ve o anki potansiyelimizi algıladığımız kadarıyla tabii… dolayısıyla bu da gelişip değişeceği için bizim aldığımız bilgiler de o oranda gelişip değişeceği için elastiki olunuz deniyor…

N.E.: Tabii diyor ki; inanç gibi bir meselenin sizin varlığınızda hakim neticeler, hakim kanaatler oluşturması aslında iyi bir durum değildir diyor… Çünkü niye..? O zaman ve mekan kesitinde benim varlık kapasitemin oluşturduğu bir inanç gelişen bir süreç içerisinde varlığım geliştikçe daima değişecektir… Dolayısıyla bir inanca takılı kalmak gelişimi durdurucudur… Bu ille de inancın inançsızlığa dönüşmesi veyahut da Yaradan hakkında ki bir kavramın tamamen başka bir şekle dönüşmesi, alt-üst olması manası taşımaz… Gelişme şeklinde bunu düşünebilirsiniz… Mesela, benim şu kapı hakkında ki kanaatim; gri bir kapıdır… Bu bir inanç şeklinde bana bir kabuk şeklinde bende kesin bir kanaat oluşturduysa, yarın öbür gün birisi gelip, o kapıyı sarıya boyadığında, bende ki inanç hala gri diye devam edebilir… Böyle bir tehlike vardır… Oysa ki bir bakacağım ki, dün gri kapı olan bu kanaatim, inancım bugün sarı olan o kapıdan dolayı sarıya dönüşmeli… Elastiki isem, bunu becerebilirim… Eğer elastiki değilsem, o sarı oluşunu ya görmem varlığım reddeder… Çünkü griye kilitlenmiş, griyle endekslenmiş, griye tamamen demir atmış bir varlık olarak o sarıyı ya görmeyeceğimdir, ya da sarının fark edilmesi anında çok büyük ıstıraplar yaşayacağım… Bakınız iki şık var… Onun sarı oluşu griye demir atmamdan dolayı bende ıstırap yaratabilir… Bu kapı misali her türlü fikir, her türlü inanç, her türlü anlayışınızda ki demir atma olarak düşünün bunu… Elastiki olmak, gevşek olmak kadar gelişime hizmet eden, zaruri olan bir durum yoktur… Zarurettir bu yani… Devre sonunun da en büyük özelliği varlıkların bu yönde ki gelişimlerine bağlı olan bir kolaylık getirmesidir… Eğer bizler, devre sonunu geçecek olanlar, her türlü inançlarda, her türlü bilgide, şu elastikiyetimizi gösterebildiğimiz oranda devre sonunu ucuz atlatacağız, kolay atlatacağız… Sıkıntısız, ıstırapsız atlatacağız… Efendim, devre sonu çok acılı olacakmış… Hayır, acılı olmayacak… Devre sonu özellikle içine acı katılmış Adana kebabı gibi değil… Devre sonunun acısı yok… Eğer sen bu özellikte değilsen, yani elastikiyetini geliştirmemişsen, sen inançlarını çivi şeklinde gönlüne, zihnine çakmışsan ve ayrılmakla, ayrılmamak adına direniyorsan, ayrılmakta zorluk çıkarıyorsan, ayak sürtüyorsan veya sıkı sıkı tutunduysan, devre sonu o zaman sana ıstıraplı olacak… Sadece sana… Onun için de özellikle katılmış bir acı yok… Çünkü, Yaradan unsurun hiç bir zerresinde acı yoktur… Orada sevgi vardır… Orada hatta ballar akar… Onun sevgisini bir algılayabilsek ballar akar… Acının ne işi var Tanrı’yla… Cezanın ne işi var Tanrı’yla… Sıkıntının ne işi var Tanrı’yla… Sen ayak dirediğin için, onun yasası gereği bir sıkıntıyı kendini atfediyorsun… Bile bile onu kendine çekiyorsun… Şimdi nihai hiçbir şeyin olmaması gerektiği fikri çok önemlidir… Bakınız diyor ki; “Her ne kadar yüksek bir mertebe olarak sizlere gerçekten bugüne kadar beşeriyete akmamış, beşeriyete nasip olmamış bir bilgiyi akıtan bir mercii olmamıza rağmen, kendi demiyor, ama ben öyle yorumluyorum… Bu akıtılana bile sakın tapınmayın… Bunun adı tapınmaktır… Bunun bir adı da çok yüksek seviyeli bir enerjidir… Bilgi ama, yüksek seviyeli putperestliktir bu… Bir varlık neye takılıyorsa, neye zihinsel, duygusal dolayısıyla fiziğe dökülen bir bağ, bir tutku, bir özdeşleşme tutuyorsa, putperesttir o… Yani putperestliği ille böyle bir takım objelere, Tanrı’nın yerine koyup tapınmak gibi almamak lazım… Maddeye, bugün dünya insanlığının yaklaşım tarzı putperestlik niteliğindedir… Hisse senetlerimiz bizim putlarımızdır… Arabalarımız, eğer bu tür yaklaşıyorsak, putlarımızdır… Banka hesaplarımız bu tür yaklaşıyorsak putlarımızdır… Hatta bedenlerimiz bu tür yaklaşıyorsak putlarımızdır… Bedenimiz üzerindeki herhangi bir takıntımız ne olursa olsun, hangi noktada olursa olsun, saçımız olabilir, ayağımız olabilir, elimiz olabilir herhangi bir zerremiz… kulağımızın büyüklüğü, kulağımızın kepçeliği olabilir… Ötekinin bıyığı olabilir… Ötekinin gözü… hangi noktaya takıntıdaysak putperestiz, özdeşleşmişiz… İşte böylesine bir özdeşleşme bizim elastikiyetimizi tamamen olmadığını gösterir… Üstelik varsa da örter… Nihai hiçbir şeyin olmadığı fikri çok önemli… Gelişmeye kendinizi müsait tutunuz… Bu ne demektir..? Eğer bir şeyin nihai olduğu fikri varsa, bilgi olsun, duygular seviyesinde olsun veya fiziki eylemler seviyesinde olsun, duygular, nihai……… bundan ötesi olmaz kardeşim… en yüksek bilgi burada, en yüksek huşu, en yüksek sürur, sevinç, en yüksek haletler burada… En yüksek eylem bundan fazla olamaz dediğimiz anda, hoş değil, bitti o… Niye..? Çünkü, gelişmemize engel oluyor bu, tamam diyorsunuz, kilit… Benim bu kadar, ben bununla yetiniyorum… Tabii ki, her insanın yepyeni bir enerji ile karşılaşmasında o enerji için kendine belli bir hazım dönemi yaşatması mümkündür… Yani, alırsınız bilgiyi, ha, bu bilgi yüksek bir bilgi ben bunu bir sure şöyle bir hazmedeyim… O bilgi sizi şöyle bir süre götürür… Yani onun alınması, sindirilmesi, idrak edilmesi şuura dahil edilmesi böyle bir mesafe, bir zaman dilimi alır… Biz bu süreyi yaşarız… Ama bilmeliyiz ki,; bu ilişkinin kurulma zaman dilimi mutlaka bitecek ve ben yepyeni bir ilişkiye kendimi, veyahut da genişlemeye kendimi mutlaka tabii kılmalıyım, orada takılmamalıyım… İşte dinlerde takılmalar, işte tarihlerde takılmalar hatta hatta daha geniş anlamda felsefi inisiyasyonlarda takılmalar, belirli bir ekolün, belirli bir anlayışın müridi olma meselesi… son derece yanlıştır… Bize hep sorarlar, siz neyin nesisiniz..? Yani neyi temsil ediyorsunuz..? Mevlevi misiniz..? Siz sufi misiniz..? Siz bilmem necilerden misiniz..? Mevlanacılar dan mısınız..? Hayır… Biz hiçbir şeyden değiliz… Biz hiçbir şey olmamaya çalışıyoruz ki, insan olalım… Çünkü, bir şey olmak diğer şeyler olmamak manasını taşır ki, o taraf olmak demektir… Bir şey olmak demek, diğer şeyleri kendi olduğun şeylerin dışına koymak demektir… Ama hiçbir şey olmak, her şeyi, kapsamaya meyletmek demektir… İnşallah onu becermeye çalışacağız… Hiçbir şey olarak bunu yapacağız… Ama bu hiçbir şey’lik yine bunu vurgulamam lazım; hiçbir şey şu manada değildir… Hiçbir şey Türkçe de şöyle yazılır; hiçbir şey… Benim telaffuz ettiğim, kulağımıza aynı ses dizisi halinde gelen bu değildir… Bizim ki, şudur; hiç birşey… Bu ikisi arasında çok ciddi seviyede fark vardır… Yani biz hiçbir şey değil, hiç olan bir şey olacağız… Çünkü fizik alemde bir şey olmanın dışında ihtimalimiz yok… Mutlaka bir şey olmak lazım… Çünkü eşya alemindeyiz… Şeyler alemindeyiz… Şey’ler aleminde yaşarken… ben “şey” olmayacağım “şey”’in dışındayım demek, tamamen yaradılış ve bulunduğunuz ortamın yasalarının dışında olmak manasını taşır ki, bu yanılgıdır, yanlıştır… Ben madem ki, dünyadayım, ‘Şeyler…’ eşya alemine tatbikata gelmişim, benim şeylerin dışında olmam mümkün değil, ‘Şey…’ olacağım. Ama hiç olan ‘Bir şey…’ olmak bu eşyanın dışına taşmak, ‘Hiçbir şey…’ bunu aslında çok kullanıyoruz… Bunun asıl manası mümkün olmayan bir şeye tevessül etmektir… Mümkün olan bir şey değildir… ‘Hiçbir şey…’ olunamaz şeyler aleminde… Madde aleminde, beş duyu ile algılanabilir alemde bu mümkün değildir ama kullanıyoruz… Bizim ki, budur ‘Hiç…’ olan… Bu mümkündür… Yani hiç bir ekole, hiç bir sınıfa, hiç bir ırka, hiç bir dine, hiç bir tarik’e, yola kendini bahşetmemiş, hepsine yayılan, hepsini kapsamaya çalışan… Tabii ki, hepsini kapsamak için önce, hepsinden ari olmak lazımdır… Bu çok önemlidir… Birinin içinde kalarak hepsini kapsayamazsınız… Hepsinin dışına çıktığınız anda hepsi kapsanır… Kapsamlılık, kapsama, kapsamlananın dışından bakabilmekle mümkündür… Dolayısıyla bizim vakfımız şuna meyletmiş, inşallah becerebilecek niyeti taşıyan bir vakıftır… Onun için bizim yolumuzun ismi yok, bizim yönümüzün ismi yok… Biz, hiç bir ideolojiye, hiç bir fikre, hiç bir felsefe grubuna tabii olmamaya gayret gösteriyoruz… İsmimiz gerektiği içinde yukarısı bize “sizin aleminizde gerekli olacağı için “Merkez Bilgi Alanı Vakfı” demek zorunda kaldı ve öyle dedi… Bir ara bize çok sorular geldi bu vakfı kurmadan önce… Dedim ki; “Peki; bilgi, bilgi diyorsunuz… Kaynağı ne..?” Ya, yok kaynak… İsim yok… Ama bugüne kadar, insanlara gelen her bilginin bir kaynağı oldu… Kimi, Sadıklar Planı, kimi mollalar dendi, şu dendi, bu dendi… Mutlaka dünya beşerinin zihninin ikna olacağı, memnun kalacağı bir adres, bir isim verilmeye çalışıldı… Doğrudur… Talep edilmiştir, mutlaka denmiştir… “Sadıklar Plan’ıyız biz…” Tamam… Kimsiniz diye soruyor… Çünkü, beyin daima kaynak arıyor… Bir başlangıç, bir sonuç arıyor… Biz sormadık… Söylenmeyince de… Haddimize, edebimize değil de diye sormadık… Allah Allah; kim diye baskı gelmeye başladı ve o zaman dendi ki; “Dünya beşeri isim arar, adres arar, kaynak arar, dünya beşeri kategorize eder, ayrıştırır, böler, parçalar ve salınıma bırakır… Eğer size bu konuda bir soru soruluyorsa; siz, Merkez Plan muhataplarıyız deyiniz…” dendi. İlle sorulduğu için bu dendi… İşte şimdi de biz; Merkez Yüce Plan tebligatları diye onun müsaadesi ile bu ismi kullanıyoruz… Yoksa, bizim isim kullanma gibi bir şeyimiz de yok açıkçası… Peki efendim nasıl olacak..? Olacak… İşte hediyesi burada işe yarıyor mu, yaramıyor mu..? Bizim için adres, eşkal hiç önemli değil, bizim için tesir önemli… Tesir ve yön benim varlığımı ne denli ilgilendiriyor..? Bu bilgi benim varlığımda ne yaratıyor..? Bana gösterdiği yön, benim varlığımın tasvibinde olan bir yön mü..? Tesir benim varlığımı üstse „okey“ tamam bitti… Sonsuz olan, O tek olan, Yüce Yaradan bünyesinde siz bir merciden geldiğini bilseniz ne olur, bilmeseniz ne olur..? Allah aşkına… yani sonsuzluk içerisinde bu valla yediden, ya sonsuzun yedisi mi olur, sekizi m olur..? Tabii ki bunlar var… Bunları inkar etmiyorum ama biz’ler öyle bir anlayışa hamleden çok ciddi, iddialı varlıklarız şu anda… Yani şu anda burada oturanlar olarak bizlerin gerçekten dünya dışı bir cesaret, dünya dışı bir kuvvet, dünya dışı bir varlık gücü olmasa biz burada oturmayız böyle… Bunları konuşmayız ve bu konuşulanlar bizi rahatsız eder öyle bir şey olsa… Ama görüyoruz ki, bu bilgiler bizim varlığımızı sıra dışı bir sevkiyata tabii tutuyor… Dünya dışı bir niyet, maksat ve burada bir sürefor gösterisi içindeyiz… Demek ki bunlar, böyle yapıdaki, varlıklarsak, bizim böyle hamledişlerimizde, haklı hamledişlerdir… Tesir ve yön önemlidir… Zaten Merkez Yüce Plan da öyle diyor… Size gelen bilgide sakın diyor, adres aramayın… Efendim, bu bilmem kimin bilgisi mutlaka iyidir… Böyle bir taklit olur mu..? Genelde insanlar böyle gitmiyor mu..? Yani bugün İslam’ın bilgiye yaklaşımı Kuran kapsamı içerisinde o realite için çok uygundur aslında yani dağılıp da saçmalamamaları için, çünkü akıl devrede değil… Düşünen varlık değiller… Taklit, boşluk ve korkuya dayalı bir bilgi peşinde koşuşta mutlaka bir kaynak gösterme ve o kaynağın sınırlarında varlığı kıstırmak güzel bir şeydir bilgide… Ama bunların dışında bir yaklaşımda olan, yani korkusu yok… Ne cehenneminden korkuyor, ne cennetin vaatleri onu cezp ediyor… Ya, diyor nedir cennet, cehennem, bana seni gerek seni… böyle yaklaşan bir varlığın, Efendime söyleyeyim, bazı isimlerin etiketlerin bulunduğu bilgilere meyletmesi mümkün değildir… O bakar bilgiye… kader bu bilgi beni, şu an ki, şu mekan ve zamanda ki titreşimi, bir üst mekan ve zamana taşıyor… Titreşimimi, anlayışımı yükseliyor… Kim olursa olsun söyleyen… İsterse sokakta ki kimsenin itibar etmediği nice embiyalardan, evliyalardan biri olsun hiç fark etmez, isim önemli değil… Herkes tasvip ettiği için ben de tasvip ederim gibi bir taklit bizim için geçerli değil… Mesela dikkat edin; çok derin felsefi, islami tartışma yapan, medyada şurada burada, televizyonda falan, hep derler ki, işte molla bilmem ne bilmem ne efendi’nin şeyi… ha oysa tamam… Bugüne kadar, en itibar görmüş adam onu da kendi kabul ediyor… Bu ne demektir..? Taklit… Yani, benim dışımda pek çok insan onu tasvip ettiği için ben de tasvip etmek zorundayım… Bu da neyi getiriyor, tamamen bir taklit, tamamen bir sürü realitesi… Bir düşün bakalım, belki sende onun peşine takılmışların fevkinde bir anlayış oluşturma kapasiten var… Denesene… Bir de bakarsın, onu reddetme, ama onun üzerine bir anlayış ekleme vazifen olabilir… Niçin bunu yapmıyorsun..? Onun için burada, kendinizi gelişmeye müsait tutuşunuzu bu söylediğim misaller çerçevesinde alın… Hiç bir kavram, hiç bir kurum, hiç bir kural bizi frenlememeli… İsyana teşfik gibi geliyor değil mi..? Değil, değil… Sadece hapishanelerimizden çıkmaya çalışıyoruz şu anda… Kurallar, kavramlar ve kurumlar bizi hapsetmiş… Bunlar çok önemli…

Biz artık belirli bir kurumun, belirli bir kavramın belirli bir kuralın dediğinin dışında; benim varlığım ne diyor sorusunu sorabilecek atağı yapma cesaretinde olan varlıklarız… Başka türlü gelişim olmaz… Görüyoruz işte… 2000 yıldır Hıristiyanlığın durumu nedir..? Ondan önceye gidin, öteki nedir..? Hepsi, tamamen taklide dayalı, tahkik aydınlığına ulaşmamış, taklit karanlığında inisiyasyonlar bunlar… Bir çıkılabilse, aşılacak devre sonu… Bunun aşılmasının şart koşulduğu bir zaman dilimidir devre sonu… Yani onun içindir ki, diyor işte içinizdeki inançları ayıklayın diyor… İçinizdeki ilahları susturun diyor… Bu ilahları, tamamen, gerçek Yaradan’ın tanınmasına engel olan, engeller olarak görüyor…

Kendinizi gelişmeye müsait tutma, bilgi adına son derece araştırıcı olmak, son derece varlığı geliştirici olan bilginin peşinde koşmakla olur… Genişleyeceğim, ben genişleyeceğim, yetmiyor… Efendim, işte en büyük bilgi burada veriliyor… Hayır… Yetmez, daha büyük veren bir yer var mı diye araştıracağız… İlle Merkez Bilgi Alanı’nın bilgisi en büyük bilgi kanaatine, tahkik etmediyseniz hemen varmayın… Ama tahkik ettiniz… Efendim, ben dolaştım, hakikaten bu kadar beni cezbeden, beni aydınlatan, benim varlığımı doyuran, dolduran bilgi, başka yerde yok… Tamam o zaman… Ama bunu yapmadıysanız, herkes burada oturuyor diye… Aman oturmayın… Gidin araştırın… Göreceksiniz, belki de başka inisiyasyon alanlarındaki bilgiler, sizin varlığınızı daha çok aydınlatacak… Bu mümkün… Genişlemeye kendinizi müsait tutunuz… Sizler için en inandırıcı hususlarda bile elastiki olmaya çalışınız… Yani bu alanın, Merkez Yüce Plan Bilgileri’nin muhatabı olan, Merkez Bilgi Alanı’nın şu bilgileri dahi size inanç kazandırmasın… Sizi yeterlilik hissine sokmasın… Size, tamamdır, en yüksek budur dedirtmesin… Daima bilginin peşinde koşun, dolaşın, hakikaten ikna olduysanız, samimi bir şekilde varlığınız “Ya, tamam burası benim için tamam…“ diyorsa, bunun da değerlendirmesini varlıklar ancak kendileri yapar… Sizin dışınızda, bu konuda size ışık tutacak kimse yoktur…

MİSAFİR: Ölçü nedir..?

N.E.: İşte son cümlem buydu…

MİSAFİR: Ama daha net…

N.E.: Daha net… Bu konuda ölçü, varlığınızın samimi olan en içteki sesi…

MİSAFİR: Peki, vicdan hiç yanılmaz mı..?

N.E.: Vicdan… Eğer gerçek vicdansa o vicdan sözü, gerçek vicdansa yanılmaz… Çünkü, gerçek vicdan, tamamen varlığın katıksız özünden gelen sestir… Ama bizler, vicdan zannettiğimiz, birçok vicdan olmayan ses ile muhatabız… Onların hepsi vicdan zannedilen, aslında tamamen bizim öz varlığımıza ait olmayan seslerdir… Asıl Tanrı’nın sesi çıkmalı… Asıl o gerçek mahiyetinde, Yaradan’ın sesini duyabilmek için, o ıvır-zıvır olanları, ilahlar vasfında olanları, biz bir türlü yerleşmemiş ve varlığımızı işkal etmiş olanları ayıklamamız lazım ki, gerçek Yaradan’ın sesi çıksın… İşte o zaman, ‘Ben kimim..?’ sorusuna hakiki cevabı alabileceksiniz… İşte o zaman alabileceksiniz… Şimdi ben kimim sorusuna daima bizi yanıltan ilahlardan sesler geliyor… Biz onları ilah yapmışız… Öyle bir ilah yok… İşte birileri bize doğduktan sonra bize ‘Budur…’ demiş, öteki ‘Budur…’ demiş… Fakat hakiki olan o yüce Yaradan, o ıvır-zıvır empozisyonların etkisinde bizlerle bağını sanki koparmış gibi… Onun sesine ihtiyacımız var bizim, ıvır-zıvırın yok… Yani bu ne demektir biliyor musunuz..? Bu söylediklerim, bizden uzaklaştırılması gereken bir ilahi varlık veyahut da kutsal bir varlığın varlığı değil… Bizim hep yanılgılarımızın doğruya tevil edilmesinin talebi bunlar… Anlatabiliyor muyum..? Gerçek Yaradan’ı algılamayıp, onunla temas kuramamanın nedeni; bizim yanılgı halinde Yaradan zannettiklerimiz… İlahlaştırdıklarımız… Onun yüceliğini, her sıkıntıda ancak aklına getirdiklerimiz… Sıkışınca, mecburuz bir güçten, bir imdat diye bağırmaya… İşte o vesile ile kullanıyoruz… Yaradan ile böyle irtibat olur mu..? Sıkıştığında mı sen ona yalvarırsın..? Sıkıştığında mı..? İşte bu ıvır-zıvır dedim ben, biraz amiyane oluyor ama… Bu içimizdeki zayıf nitelikli, sadece bizi dünyasal açıdan tatmin eden, duygusal açıdan bizi doyuran, bizim ilah yakalama adına zaruridir… İşte o gerçek ilah yakalandığında onunla temas etmek, her an onunla bir olmak da demektir aynı zamanda… Onunla bir olmak, O’nun tesirinden çıkamazsınız… Sıkışınca isteyeceğiniz bir tesir değildir O… O öyle bir etkilidir ki, sizi kendinle bir eder… Zaten o ayıklamayı yaparsanız, siz de kendinizi onunla bir ettiniz demektir… Bizi ondan ayrı kılan, içimizdeki bu ıvır-zıvırlar… İşte en inandırıcı konularda bile elastiki olmak bu manadadır… Ben şu anda, şöyle bir yüksek seviyeli bir bilgi veya enerjiye inanıyorum… Ama yarın sabah daha yükseği geldiğinde, biliyorum ki, buraya demir atmayacağım… Yarın geldiğinde, hemen inancım, dikkatim ve yönelişim hemen daha yükseğine olacak… Ondan sonra daha yükseğine… O zaman işte, kendimizi genişlemeye müsait tutmuş olacağız… Hiçbir yere kilitlenmeyin diyor… Demir atmayın… “Sahip olduğunuz bilginin daima üremeye müsait olup olmadığını kontrol ediniz…“ İşte bu… Ama öyle bir bilgi olmalı ki, tamam, cennete gidersin… Bir ömür aynı şeyi yapmak… Aynı anlayışı bir ömür götürmek… Tabii ki binlerce yıl önceki insan için gereken bu idi… Ama bugün öyle değil ki… Ben, bugün yaptığım Allah adına veyahut da Yaradan adına, bugün yaptığımı yarın bir adım daha nasıl ileriye götürebilirim fikrini taşımıyorsam; ben dünüm bugüne eşit olanlardanım… Olmaz… İşte bu; sahip olduğunuz bilginin daima üremeye müsait olup olmadığını kontrol etmek bu manadadır… Dün ben seviyordum, fakat ne kadar..? Bazılarını seviyordum, bazılarını sevmiyordum… Bugün, acaba sevmediklerimden birini daha sevdiklerim tarafına aktarabilir miyim..? Yarın iki kişi daha aktarabilir miyim..? Yani, sevgimi ben geliştirebiliyor muyum..? Yoksa ben ‘Valla işte seviyorum, böyle gidiyor, on yıl önce de bu kadar seviyordum, şimdi de bu kadar seviyorum…’ Kayıp… Ben on yıl önce de bu kadar merhametliydim, bugün de merhametliyim…“ İşte böyle gidiyoruz… Ben aslında merhametli bir insanım deyip de kendimizi fikse ettik mi, hapı yuttuk… Dünkü merhametim ile bugünkü merhamet tatbikatım arasında bir gelişme var mı..? Yani, merhamet bilgisi uygulaması sende her gün bir adım daha ileri gitmiyorsa, o otomatiğe dönüşmüş hiçbir faydalılık sağlamayan yani, varlığın gelişmeye fırsat vermeyen veyahut da sebep olmayan bir haldir… Onun için her bilgimizin tatbikatını gün be gün, dünü bugüne eşit olmayacak şekilde gün be gün geliştirmeliyiz… Ben üç gün önceye, bir yıl önceye göre daha mı dinginim..? Daha mı sabrı zorlamadan koruyabiliyorum, daha mı anlayışlıyım..? Daha mı sevgimi yayabildim..? Yoksa aynı mıyım..? Hani amiyane bir laf vardır… Genelde de amiyane olduğu içinde politikacılar çok kullanır… ‘Aynı yerde otluyor…’ demişti bir politikacı… Hatırlıyor musunuz..? Halka söylemiş, bir seçim bölgesinde… Amiyane bir ifade ama, yani örtüştürürsek aynı yerde otlamamamız af edersiniz… Bu ne demek..? Değişeceğiz… Bakacağız daha ilerde daha gelişik otlar var mı..? Böyle yani… bizim daima gelişime kendimizi bırakmamız lazım…

“Bilginiz size yetiyorsa, derhal onu geliştirme yolları arayınız, zira atıllığa doğru gidiyorsunuz demektir…“

Atıllığın ne demek olduğunu biliyorsunuz değil mi..? Durağanlık… Çivilenmiş, olduğu yerde rehavet içinde… ‘Tamam ben oldum..’ Böyle diyenler var… Ben misal olsun diye, pekiştirmek için söylüyorum… Kimseyi kınadığımdan değil… Onlar da çok haklıdır… Birçok çalışmalarımızda gelirler, bir şey soracak adam… Fakat egosu, bir şey bilmediğinin anlaşılmasına engel… Soruya şu cümle ile başlıyor; ‘Bütün bu anlattıklarınızı aslında ben bilgisine sahibim…’ diyor. Bunu yapıyoruz… Hepimiz yapıyoruz… Bu anlattıklarımızın hepsine ben sahibim aslında, hepsini ben biliyorum ama şurada teyit almak için soruyorum diye de şey yapar… Cevabı şu anda kafamda ama, bakalım senden de aynı cevap gelecek mi..? şeklinde…Varlık bilme yolunda ki bir eforun ayıp zannı içerisinde… Yani bilmeye meyletmek bilmediği bir şeyin bilen haline gelmesi için bir çaba göstermeyi ayıp sınıfından sayıyor… İşte böyle bir varlığın bilgisini kendisine yetiyormuş hissi içerisinde etrafa belli etmeme adına kendisine çok büyük ketler, setler manialar ve tampon bölgeler oluşturduğunu bilmemiz lazım… Bilmemek ayıp değil… Halk arasında var, öğrenmemek ayıp… Yani bilmeye meyletmemek ayıptır diye çok güzel, çok kozmik bir ifadedir o… Bunun manasını gerçekten bir kavrasak… Çok müthiş… Soru sormadan utanmayıp, veyahut da hatta, hiçbir senaryoya başvurmayı dahi düşünmeyip, soru sormayıp biliyormuş gibi davranan, yani bilgisi ile yetinen insanların derhal onu geliştirme yollarına meyletmesi gerektiğini söylüyor…

Onun için, Bilgi… Bilgi… Bilgi… Peşinden koşacağımız ve utanmadan, tam aksi bir şekilde şerefle ve cesaretle ve onurla peşinden koşacağımız bir olgu… Dünyanın maddesinin peşinden koşmak, bizim için utanç vesilesi veyahut da sıkıntı vesilesi olmuyor… Bir bilgiyi sormak veya bir bilgiyi edinmek yolunda ilerlemek gururumuzu tabii ki biraz zorluyor… Bunları aşmak lazım… Soru sormayı becermek lazım… Soru olmayan, nihai olmayan bir durum içerisinde olduğumuzu bilmek lazım… Soru sormayı becermek lazım… Atıl kalırız yoksa, atıl kalırız… Yani sorularımızı da hatta, bakalım benim kafamda ki cevabın teyidi olarak mı gelecek şeklinde de sormamamız lazım… Gerçekten bilmediklerimizi sormamız lazım… Tabii karşımızda da bilen birisi varsa… Yalnız bu dünya beşerinin, Kali-Yuga dediğimiz bu demir çağı yani gelişim imkanlarının ve gelişim ortamının, tekamül ortamının en dibe vurduğu bu devre sonunda; Uzak Doğu Öğretisi’nde, şöyle bir ifade var, “Kali Yuga çağında…” bilginin en zor satıldığı çağ olarak söz ediliyor… Diyor ki; Kali Yuga çağında bilen insan, bilgisini sunacağı varlık bulmakta çok zorlanır diyor… Satamaz bilgisini diyor… Çok enteresan… İşte bu az önce anlattığım varlık sorunundan çıkar bu… Yani Kali Yuga çağı dediğimiz bu demir çağında, maddeye o kadar gömülünmüş, o kadar sahte kişilik, o kadar kabuklar, o kadar ego kabarmaları o kadar Öz’den uzaklaşma olmuştur ki, sahte kişilikler şeklinde, bilgiye karşı meyletmek ayıp, onur kırıcı veyahut da gurur kırıcı, sahte kişilikler buna müsaade etmiyor… Dolayısıyla da bilen bilgisini sunacak kimse bulamıyor… Kali Yuga’da… Çok zor olur diyor… Çünkü satılamıyor… Yani arz-talep olmadığı için elinde kalmış… Ne oluyor..? Talep olduğu zaman hemen ucuza veriyor… Çünkü satamıyor… Onun için diyor; Kali Yuga çağı spiritüel gelişime niyet etmiş, meyletmiş varlıklar için son derece bereketlidir diyor… Çünkü bilgisi olanın satacağı bir fırsattır, hemen bilgi boldur… Tabii bu bilgi satma; bir beşerin beşere bilgi satmasından tutun, Yukarının da satamadığı bilgisi var… Kim oraya, bilgiye meylederse, yukarısı şakır şakır akıtır… Birini vesile kılar, bir kitabı çıkarır önüne, birini karşısına çıkarır, ayak üstü iki laf ettirir, mutlaka bilgiyi verir… Çünkü niye..? Öyle bir çağ ki; burası, bilgiyi alacak adam yok… Bakınız biz ikinci yılımıza geldik, daha henüz koltuklarımızın… Allah’tan, geniş oturuyorsunuz, ben de kalabalık zannediyorum, iyi oluyor… Bir sıkışsanız, üçte biriyiz… Şimdi diyeceksiniz ki ille doldurmalı mı..? Hayır… Ama görüyorsunuz ki bilgiye talep gerçekten çok değil… Buraya bir üçte bir geldi de gitti… Bu bilgi onlar için uygun olmadı… Yani varlıkları daha henüz bu bilgiye hazır değildi… Dediler ki; yok, biraz daha dur, sanki burada biz istasyonda şey yaptık, bekliyoruz onu gibi… Gidip biraz daha dolaşayım; deneyimlerim var, telafilerim var, bazı tatmin olması gereken yönlerim var… Dünyayı biraz daha kendime tatmin aracı olarak kullanayım, geleceğim şeklinde… İnşallah geldiklerinde biz de burada oluruz…

Cümleten iyi geceler diliyorum… Sevgi Enerjiniz bol olsun…

(40)