Menü

Merkez Bilgi Alanı Vakfı – 13

30 Ocak 2017 - Merkez Bilgi Alanı Vakfı

MERKEZ BİLGİ ALANI VAKFI – 1999
Perşembe Konferansları Dizisi : 11 / Ocak / 2001
VİCDAN / NEFS MEKANİZMASI
İDRAK / ŞUUR BAÐLANTILARI
Konuşmacı: Nurettin ERSOY
İrticalen yapılan konuşmaların kaset deşifrasyonlarıdır.

N.E.: Bu akşamki sohbet veya konferans hiçbir formata uymuyor… Bu böyle bir sohbet, bir sunu, bir paylaşımdır… Bu bir enerji paylaşımı, bir takım formatlara sokmanın çok fazla gereği olduğunu zannetmiyorum… Eğer sevgi enerjisi sayesinde bilgi enerjisine bir akışkanlık temin edilemiyorsa, hangi formata sokarsanız sokun, hiçbir işe yaramaz… Bilgi enerjisinin bir odaktan bir başka odağa, bir varlıktan bir başka varlığa sunumu esnasında; ki sunuş çok önemlidir, mutlaka kaotik bir bağ ile, sevgi enerjisinin kızaklık vazifesiyle sunulması lazım… Sevgi enerjisi, burada, bilgi enerjisinin bir varlıktan diğer bir varlığa akışında kızak vazifesi görür… Ve bu enerjilerin hepsinin kendine ait bu tür özelliklerini ileriki çalışmalarımızda sizlerle hep paylaşacağız….

Şöyle bir soru gelmişti: “vicdani gelişme sürecinden bahsedilebilir mi, bu sürecin devamlı kılınması neye bağlıdır..? Nefsin eğitimi ve vicdan düzeyinin yükseltilmesi arasında bir bağlantıdan söz edebilir misiniz..?” diye bir soru vardı ve bu soru da bana böyle bir konferansın sunulması ihtiyacını yaşattı… Şimdi efendim biliyoruz ki, bir bilgi ne kadar yüksek seviyeli olursa olsun, yaratanın en yüksek seviyesindeki bir mekanizmayı yahut da bir sistemi, yaradılış sitemini ne kadar anlatırsa anlatsın, mutlaka onun beşer yapısının anlayış seviyesine, beyin dediğimiz, bu bilginin ilk temas noktası olan ve adaptör vazifesi olan beyin dediğimiz yapıya uygun hale getirilmesi lazımdır… Yani o bilginin hayat içerisindeki bir seviyede, biz buna yüzeysel veya güncel bilgi diyoruz, yüzeysel veya güncel bilgi seviyesinde formel hale getirilip insanların zihinlerinde bir anlam oluşturmasını temin etmemiz lazım… Bu ne demektir..? Burada kimsenin anlayamayacağı veya anlamakta zorluk çekeceği tarzda, çok yüksek seviyeli bilgileri, tüm o zor anlaşılır yapısıyla sizlere sunmak, maksada uygun olmaz… Mutlaka biz onları, o yüksek seviyeden gelenleri, kendi süzgecimizden, mümkün olduğu kadar dejenere etmeden, bozmadan, deforme etmeden, yamultmadan, orijinalitesini bozmadan geçirerek, sizlere, ama mümkün olduğu kadar hayat içerisindeki bir seviyeden vermeye çalışıyoruz…

Şimdi biliyoruz ki, bizler, bedene bağlı ruh varlıkları olarak, bir enerji ve beden birlikteliğindeki üçüncü antite varlık olarak yeryüzüne geldik… Ve fizik alemin kaba seviyeli maddi yapısı içerisinde deneyimler yapıyoruz… Ve yeryüzünde fizik plana ait bu deneyimleri, fizik planın kaba vibrasyon seviyeli enerjitik yapısı ile yapabilmemiz için, bizim asıl hacmimiz, asıl yapımız olan ve ruh diyebileceğimiz enerjitik yapımızı da o seviyenin rezonansını temin edebilecek seviyeye indirmemiz lazım… Yani fizik alemin kaba seviyeli enerjisi ve onun türevleri olan madde ile, eşya ile haşır neşir olabilmemiz için, bizim aynı enerjinin daha süptil seviyesi olan yapımızı onunla irtibat kurabilecek, uyum sağlayabilecek seviyeye indirgememiz, daraltmamız, kabalaştırmamız lazım… Yoksa maddeyle ruh varlığının bu üçüncü antite halindeki bizlerin kaba eşya ile irtibat kurmasında zorluklar meydana gelir… Bunu daha önceki çalışmalarımızda anlatmıştık…

Oysaki; kendimizi ne kadar kabalaştırırsak kabalaştıralım yani ete kemiğe bürünüp; Ahmet, Mehmet diye görünüp bir bedenin aracılığıyla bir şeyler yaparsak yapalım, yine de asla göz ardı edemeyeceğimiz bir enerjitik yapımız daima bizlere eşlik etmektedir… Birliktelik halindedir… İşte bizim esas varlık yapımız, bizim beş duyuyla algılayamadığımız ve bizimle birlikte olan bu enerjitik yapımızdır… Ve bu enerjitik yapımızdır ki, esas gelişime tabi tutulacak olan ve gelişmesi gerekli olan…. Fizik yapımızı istediğimiz kadar geliştirelim, istediğimiz kadar fizik yapı üzerinde bazı revizyonlar yapalım, enerjitik yapımızın gelişmesine hizmet etmiyorsa ve enerjitik olan alanımız gelişmiyorsa, biz gelişmiyoruz demektir… Ve Yaradan’ın, Yaradan mekanizmanın bizden istediği şudur ki; mutlak surette, yaptığımız ne olursa olsun, alanımızı geliştirici olmak zorunluluğu… Bunu talep eder bizden…

Oysaki bizler, dünya hayatının bu kendimizi kapatma , şuurlarımızı daraltma dediğimiz ve bir tür uyku diye tarif ettiğimiz bu halimizle bu ana ilkeye yahut da ilahi murada uyum sağlamamız asla mümkün olamamaktadır…. Ve hatta onu duymazlıktan da geliriz, hatta onu tamamen ihmal ederiz… Yani asıl varlığını ihmal etmek meselesi buradan çıkmaktadır…

Bizler, bakınız şöyle bizi kategorize etmek istiyorum:

1. Fizik yapıyla, tamamen daraltılmış imkanlarla yaradanın yaratılıştan dolayı bize vermiş olduğu her türlü kozmik imkanların göz ardı edilmişliği veya örtünmüşlüğü şeklinde yeryüzünde bir şeyler yaparken, yeryüzünde mutlak surette bizle birlikte olan ve sonsuzluğa doğru yükselen üst ben de diyebileceğimiz enerjitik yapımıza mutlak suretle faydalar sağlarız… Bu faydalılık o enerjiyle irtibatımız oranında gerçekleşir… Oysaki bizler dünya ortamının kaba tesir alanları içerisine girdiğimizde bu asıl alanımızın faydalanma oranını çok azaltırız, niye..? Çünkü onunla irtibatımızı, bakın şurada gördüğünüz şu kara bulut gibi bir engelle, bir maniayla keseriz… Ve bu durumdaki insan alt ben dediğimiz dünya şuuru dediğimiz, dünyadaki şu bedene ait imkanlarıyla üst şuur veya üst ben diyeceğimiz yaradan mekanizmasına ait olan kısmını tamamen ihmal eder ve hatta irtibatını keser… Bu irtibat kesiliş o kadar yoğun o kadar katı ve kesin bir kesiliş haline gelir ki, tamamen varlık alt bedeniyle bir şeyler yapan ve alt şuuruyla yaptığı bu şeylerin iyi, kötü, doğru, yanlış mı olduğunu teşhise dahi çalışamayan zavallı ve aciz bir duruma girmiş olur…

Şimdi, böyle bir varlığı sonsuz bir tesir ağı içerisinde genelde bir analize tabi tutarsak veya bir ayıklamaya tabi tutarsak, iki şekilde tesir kuşağına tabidir… Yani bizler hayat içinde iki türlü tesir kuşağına maruzuz, etkisi altındayız… Bunlardan bir tanesi, tamamen asıl varlığımız olan enerjitik alanımız veya ruhi varlığımız dediğimiz ve yaradanın bünyesinin ta içerilerine kadar, sonsuza kadar uzanan üst ben veya üst şuur dediğimiz bu varlık yapımızdan bize doğru gelen tesir ağıdır… Birinci ağ… Biz buna düşey tesirler diyeceğiz… Yani varlığa yaradan mekanizması olan ve kendinin de asıl varlığının onun içerisine yayılmış olan kısmının kendisine yolladığı direk tesirler, düşey tesirlerdir… Bir de varlığın dünya yaşamı içerisindeki ikinci kuşak tesir ağı vardır… Bu ikinci kuşak tesir ağı ise, varlığa tamamen kendi bulunduğu seviyenin altından gelen ve genelde yatay tesir diyebileceğimiz maddeden gelen tesirlerdir… Şimdi, kaba maddi alem ile çok süptil ince ve üstün vibrasyonlu üst şuurdan gelen, yaradan aleminden gelen tesir ağları arasında varlık, eğer bir orta kesitteyse, demek ki, o varlığa göre bir aşağıdan gelen yatay tesirler ve yukarıdan gelen düşey tesirler ağı içerisinde, bu iki tesirin güdümü altında varlık ne yapacağını şaşırmış vaziyettedir… Varlığın bu tesir ağlarından kendine kadar gelmiş olan ve mutlaka bir maksat taşıyan bu tesirler arasında zaman zaman yukarının etkisi, zaman zaman da maddi yatay tesirlerin etkisi altında, bir oraya vuran, bir buraya vuran ve tamamen kumandası, kontrolü kendi elinden gitmiş bir şekilde hayat yaşamını zaten hepimiz gözlüyoruz…

Şimdi burada bir kavrama girmek zorundayız… Şimdi vicdan ve nefs bunun neresinde..? Vicdan ve nefse girmeden önce biz, bize kadar ulaşan bu yatay ve düşey tesirlerin, çeşitli odakların yolladığı tesirler olduğunu bilirsek; işte varlığın bu tesirlere maruz kaldığı alansal yapılarına, aynı zamanda biz şuur alanları diyoruz… Yani varlığın esas hacminin, esas varlığını teşkil eden enerjitik yapısının diğer bir ifadesi de şuur alanıdır… Bu şuur alanları bir enerjitik yapıdır… Ve bu enerjitik yapı öylesine bir skala şeklinde vardır ki, bu skala, en kaba şuur alanı olarak maddi kesafetler içerisindeyken, en süptil şuur alanı olarak yaradanın sonsuzluk yapısı içerisinde uzar gider… Bütün bunların tümü şuur alanlarını teşkil eder… Yani şuur kavramını böylesine geniş bir skalaya oturtmazsak, kısır bir takım tarifler içerisinde bırakırsak, işin içinden çıkmamız mümkün değildir… Demek ki, bizler, kaba fizik yapımızı eğer göz ardı edecek olursak, geriye kalan kısmın bir enerji alanı olduğunu ve bu enerji alanının da sonsuzluk içeren bir kesafet skalası (kesafet demek, yoğunluk skalası) taşıdığını; en kaba seviyenin fizik alemin şuur alanı olmakta olduğunu, en süptil seviyenin tanrının bünyesinde sonsuza yayılıp gittiğini, onun da bir şuur skalası olduğunu ve tamamının da şuur skalası olduğunu ana fikir olarak bir kere çok iyi anlamamız lazım… Ve bizler, şuur alanları dışında hiçbir şeyle muhatap değiliz aslında… Varolan, ki biz yoku asla bilmeyiz, anlamayız ve yoktan söz edemeyiz… Çünkü varlığız, bir varlığın yokluk hakkında bir fikre, anlayışa, bir ideye sahip olması mümkün değildir… Onun için, var olandan söz etmek zorundayız, var olan ne varsa, şuurdur…

Şuur nedir..? Bir enerji alanıdır… Şuur, öylesine bir enerji alanıdır ki, o enerji alanı yoktan yaratılmış ve kendisine yarat denmiştir… İşte biz buna, bazen herkes tarafından kabul gördüğü için, ruh enerjisi diyeceğiz… Bazen biz ona, yaradan enerjisi diyeceğiz, onun neresine ulaşılıyorsanız, ona Tanrı da diyebilirsiniz… Ne derseniz deyin, ismi hiç önemli değildir, önemli olan böylesine çok yüksek seviyeli, çok üstün vasıflı bir enerjinin, dolayısıyla da şuurun varoluşu meselesidir…

Şimdi bizler, bu enerjinin en ince noktalara kadar nüfus ettiği bir varoluş içerisindeyiz… Bu varoluş öyle bir varoluş ki, bu bahsettiğim şuur dediğimiz ve sonsuz bir skala şeklinde en kabadan en inceye kadar giden bu alan, bu enerji, varolan ne varsa onun en ince zerrelerine kadar nüfus etmiş ve içten dıştan onu kuşatmıştır… Ve bu, en kaba seviyelerde bizim fizik yapımızı oluştururken, daha kaba seviyelerde eşyayı oluşturur… Dünya fizik aleminde en kaba madde ne ise, onu oluşturmuş ve ondan sonra, bu fizik alemin dışında da daha kaba seviyelere doğru alıp başını gitmiştir… Sonsuzdur gittiği kabalık… Geldiği süptilliğin, inceliğin de sonsuz olduğu gibi… Bütün bu meseleleri anlatırken, sizlerden ricam şu ki, sonsuzluk ve giriftlik anlayışlarımızı revize etmek zorundayız… Yani bu bilgilerin muhatabı olabilmek, bu bilgilerin kendi üzerimizdeki sonuçlarının faydalarını sağlayabilmek için ve bu bilgiler sayesinde bir yükselme, bir gelişim temin edebilmemiz için, şu beşeri zihnimizdeki alışılmış ve maalesef eksik olarak geliştirdiğimiz sonsuzluk ve giriftlik kavramlarımızı mutlaka revize etmek zorundayız, ki yaradan hakkında, yaradılış hakkında, var oluş hakkında yani Tanrı hakkında bir fikir sahibi olabilelim… Dolayısıyla bu sonsuzluk ve giriftlik anlayışı ne kadar gelişirse, Yaradan hakkında hiç bir fikir sahibi olamayacağımızı da yavaş yavaş bize hissettirilecektir… Bu çok önemli…

Bizler, aynı enerjiden başka hiç bir şeyin olmadığı böyle bir yaradılış sisteminin kabalaşa kabalaşa gelip burada beşer olarak göründüğü varlıklarıyız… Aynı enerjinin daha aşağı kabalık seviyelerinde taş toprak gibi göründüğü böyle bir sistem içerisindeyiz… Aşağıdan gelen tesirlerin baskın gücü altında ve o tesirlerle haşır neşir olmamız için de, özellikle örtünme ve kapatılma prosesine tabi tutulmamızdan dolayı, dünya beşeri olarak, bu enerjinin süptil seviyedeki, üst şuur dediğimiz, üst ben dediğimiz seviyeleriyle iletişimimizi keseriz… Niye keseriz..? Çünkü bizler, alt seviyedeki düşük vibrasyonlu yaradılış formlarıyla rezonans sağlayacak şekilde programlandığımız için, madde ile daha kolay rezonans sağlanır… Şimdi, bizim kolay rezonans sağladığımız taş, toprak, koltuk, çiçek, böcek, karşı cins, para, pul, borsa, maddenin sayabileceğimiz bin bir çeşit sembolü; şöhret, ünvan, daha soyuta doğru gidiyoruz, inanç vs. gibi bir takım kaba seviyeli tesirleri, onlardan aldığımız hissiyatların hoşlukları içerisinde tercih ediyoruz… Bu yatay tesirleri biz daha çok tercih ediyoruz… Sebebi, daha kolay, daha çabasız, cehitsiz bir şekilde rahatlıkla rezone olabiliyoruz… Ve onlardan gelen tesirler, bizim yaratılıştan ötürü üzerimizde olan bazı donanımlarımızın daha çok lehinedir… Yani nefs dediğimiz ve özellikle yaradanın bize sunduğu, verdiği ve bilhassa verdiği, ki o kaba seviyeyle irtibatta olup deneyim yapabilelim diye verdiği, nefs donanımlarımız tarafından hoşlanıldığı için biz bu yatay tesirlere karşı daha sempatik daha cazip buluruz onları, böyle bir his yaşarız… Ve dolayısıyla da dünya tesiri dediğimiz bu kaba seviyeli tesirler, bizim nefs dediğimiz biyolojik yapımıza ait ve bilhassa dünyada kalabilmemiz için zaruri olarak verilmiş, lazım olduğu için verilmiş olan nefsimizin hoşluklarının ve boşluklarının doldurulmasından dolayı o tesirleri daha cazip buluruz ve dolayısıyla da dünya tesirleriyle daha bir uyum içerisine gireriz… Bu giriş aslında bu sonsuz yapıdaki enerjitik yapımızın bizimle olan ilişkisine böyle bir kara bulut getirir… Ve bizler dünyadan gelen bu tesirlerin etkisi altında öylesine örtünür, öylesine bir uykuya dalarız ki, asıl varlığımız olan ve üst şuur dediğimiz bu enerjitik yapımızla tamamen irtibatı keseriz… Ruhsal alemimizle, yaradan mekanizmasıyla ilişkimizi, kominikasyonumuzu; yaradanla “internet bağımızı” kurmak lazımdır… Bu internet bağı tamamen yok olur… Olay çok kesin, çok net, çok kuvvetli ve çok sade… İşte biz buna ‘kesin bilgi’ diyoruz… Kesin bilgi mümkün olduğu kadar varlıkları karmaşadan kurtarıcı, kuvvetli ve sade olandır… Karmaşık, detayda boğucu, fakat zayıf bilgi artık biz ve bizim gibi varlıklar için geçerliliğini yitirmiştir… Ne kadar çok detay, ne kadar çok karmaşa, ne kadar çok kural, kavram karmaşası, işte o kadar varlık için yararlı olmayan, zayıf bilgi demektir… Şimdi burada mümkün olduğu kadar sade ve kuvvetli bir bilgiyi ve herkes için geçerli olan bir bilgiyi sizlerle paylaşmaya çalışıyoruz…

Mesela burada tamirci gibi bir adamı karikatürize ettik, buna bir arabadan, bir eşyadan, bir kaba seviyeli, aynı enerjinin bir versiyonu olan ve kabalaşmış şekli olan bir arabanın tesirini, bakınız geliyor, yatay tesir… Bu eşya, dünyadaki bizi hakikaten güdümü altına alan, etkisi altına alan ve bizi uyutan, bizim asıl varlığımız yani süptil seviyedeki bedenimiz veyahut da hacmimizle ilişkiyi kestiren bir semboldür, araba… Hepimizi köle etmiş, hepimizin özgürlüğünü yitirtmiş olan bir semboldür araba… Bunun lüzumluluğu bahanesi altında hepimizin kölesi olduğu ve yalan mekanizmasıyla da örtbas ettiğimiz çok önemli bir mahkumiyet sebebidir… Bu arabadan gelen tesir vasıtasıyla bu adam tamamen yaptığı işle bağlantısını kesebiliyor… Demek ki, bizim ruhsal alemle, üst şuurumuzla, asıl benimizle irtibatımızı kesici faktörler, yataydan yani alt seviyeden, daha kaba seviyeden gelen tesirlerin üzerimizdeki hükmüdür, güdümüdür… Maddenin böyle bir özelliği vardır… Zaten madde de yaradılıştan ötürü kendisinde güdümün bilgisini taşır… Ve bütün maksadı, bizleri güdümü altına alıp, etkisi altına alıp, yukarıyla bağımızı kesmektir… Maddenin vazifesi budur… Niçin bunu yapıyor..? Çünkü bizlerin kendi üzerinde yoğunlaşmamızı istiyor, ki onu da geliştirelim… Şimdi biz maddenin güdümüne tabi oluyoruz, maddeyi geliştiriyoruz, üzerinde uğraşıyoruz, tamamen irtibatı kesip sadece onunla haşır neşir oluyoruz, ömürlerimizi onunla geçiriyoruz, maddeyi geliştiriyoruz… Madde geliştikçe güdüm özelliği artıyor… Cazibesi artıyor, daha çok güdümüne giriyoruz, biz ona eğildikçe onu geliştiriyoruz, o geliştikçe bizi hükmü altına alıyor, falan derken bir de bakıyoruz ki, günün 12 saatini bilgisayar başında geçiren bir insanlık… Ya da günün beş altı saatini bir oyun makinesinin başında geçiren bir insanlık…

Bizler biliyorsunuz ki, alt bedenimizi hareket bedeni veya merkezi, duygu merkezi ve düşünce merkezi diye üç biyolojik merkeze ayırdık… Hareket ve bunun alt merkezleri içgüdü ve seks, ondan sonra duygu merkezi ve düşünce merkezi… Genelde dünya insanlığı, ya hareket bedeninin güdümünde, ya duygu bedeninin kontrolünde, ya da düşünce bedeninin kontrolü ve hükmünde dünya yaşamını götürüyor… Hareket bedeninin hükmünde, güdümünde ve kontrolünde hayatını götüren, duygu ve akıl merkezlerini kullanamıyor… İçgüdüsel olarak, otomatik olarak kullanıyor… Daha çok hareket bedeninin aksiyonlarıyla yaşamını götürüyor… Duygu bedenini aktif kılan, hareket bedeniyle, düşünce bedeni kontrolsüz… Düşünce bedeniyle götüren ise, bütün alt bedenlerini kontrolsüz bırakmış, sadece akıl bedeninin fonksiyonlarıyla hayatını deneyimliyor, idame ettiriyor… Oysa bütün bu bedenleri, 3 bedeni ve onun alt bedenleri içgüdü ve seks, en kontrollü ve en hiyerarşik diziliş halinde bizim kontrolümüzde yani akıl merkezinin kontrolünde, onun hükmü altında, gerektiğinde gerektiği kadar kullanır hale getirilmesi lazım… İşte bu noktada, ne salt hareket, ne salt duygu, ne salt düşünce merkezinin değil üçünün birden dengeli, en dengeli halde kullanılması hali, uyanan insanın halidir.ve buna da ezoterik psikolojide 4 no lu insan derler… Hepsini kontrol altına almış, dizginler elinde, direksiyon elinde, akıl direksiyonu elinde, duygu aklın kontrolünde, hareket duygunun kontrolünde, alt merkezler, seks ve içgüdü zaten bütün bunların hiyerarşik kontrolünde olan tam yukardan kumanda edilen, yönetilen bir beden… İdeal insan tipi… Hatta ona insan-ı kamil bile denir… Yapılabilse… Bakın insan-ı kamil bu kadar basit bir şeyi yapınca olunan bir hal… Ne kadar zor bir iş ki insan-ı kamil böyle zor ulaşılan bir nokta olarak bütün ezoterizmde vardır… Sadece bir, iki, üç tane merkezi tam kontrol altına alabilme hali… İşte böyle bir insan 4 no lu insan vasfındadır ki, bu insan akıl bedeninin aktif olduğu bir haldedir ve yavaş yavaş siyah bulutu açmaya başlamıştır… İşte bir insan bu bahsettiğim bedenlerin hepsini dizginleri ele alarak kontrolü altına almaya başladı mı yavaş yavaş asıl varlığıyla, asıl kaynakla, asıl önemsemesi gereken enerjitik dünyası veya alemiyle, asıl alem ile kominikasyona başlar… Bir tür internet ağını devreye sokmaya başlar… İşte bu noktada, mademki bu enerjitik sahanın hepsine biz şuur alanları diyoruz, ki bunlar en kabadan en inceye kadar bir skaladır, bir cetvel şeklindedir, diziliştir, madem ki bu insan bütün bedenlerini kontrol altına aldı, ki buna kendini bilme, kendini tanıma, kendini kontrol denir, işte böyle 4 no lu vasfa varan bir insan, yavaş yavaş yataydan gelen tesirlerden kendini arındırmaya, onları da artık kontrol altına almaya, onların güdümünden kendini yavaş yavaş özgürce çıkarmaya başlar… Artık yatay tesirler onun için eskisi kadar baskın ve güdüm altına alıcı olmamaya başlar… İşte bu noktada varlık, bunu becerdiği anda yani yatay tesirlerin baskınlığını alt edebildiği anda, bu varlık yavaş yavaş kara bulutu çatlatır, açar ve buradan tesirlerin kendine ulaşmasını temin etmeye başlar… İşte buna biz şuurlanma sürecinin başladığı bir an diyoruz…

Şuurlanma demek ki, varlığın yataydaki konsantrasyonunun yataydaki güdüm altına girişinin, yataydaki uyuyuşunun, yavaş yavaş düşeyden gelen yüksek seviyeli tesirlerin etkisinin altına girmesi demektir… İşte biz buna şuurlanma diyoruz… Bir varlık kara bulutu yani asıl enerjitik alanıyla, yaradanla ilgili temasını ne kadar yoğunlaştırırsa, o kadar şuurlanıyor demektir… Peki bu tesirin özelliği nedir..? Veya bu tesirin, tesir dediğimizde aklımıza bilgi gelmeli, tesir özdeştir bilgi, tesir bilgiden başka bir şey değildir ve her bilgi de bir tesirdir aynı zamanda…

Şimdi bakınız bir tesir; soba, bana, beş duyuma hitap eden bir yatay tesirdir… Beş duyuyla algılanabiliyor, kaba bir madde tesiri, yatay tesir… İşte bu bir bilgi taşır… Bir arabanın insan üzerindeki şu yatay tesiri, ki güdümü altına alıyor onu, cezbeder kendine, bu da bir bilgi taşır… Bu bilgilerin ne mana ifade ettiğini ileride anlatacağız, yani yatay tesirler, maddeden gelen tesirler ne bilgi taşıyor..? Onun bilgisine neden benim ihtiyacım var..? Bütün bunları konuşacağız… Bu yatay tesirler işte aklımıza temas eder, orada bir bilgi oluşturur; duygularımıza gelir, orda bir bilgi oluşturur, hareket bedenimize gelir, bir içgüdü oluşturur ve dolayısıyla hepsi bilgi taşır… Düşeyden gelen yani üst şuurdan, üst benden, yaradanın bünyesinden gelen tesir de bir bilgi taşır… Demek ki bizler yataydan gelen tesirlerin etkisinden, güdümünden kendimizi sıyırabilirsek, yavaş yavaş yukardan gelen tesirlere kapı açmış oluyoruz… İşte bunlara üst şuura doğru yöneliş denir… Bu yöneliş bir bilginin varlığımıza intikalini sağlar… Üstten gelen bir bilginin… Bu bilgi geliştirici olan, bizi sıçratıcı olan, bizi şuurlandırıcı olan ve şuurlanma dediğimiz bir hali yaşatan bir bilgidir…

Şuurlanma nedir..? Şuurlanma, bir varlığın mümkün olan, sahip olduğu tüm bilgilerini, hepsini bir anda algılaması ve bunun ne kadar yetersiz olduğunu fark etmesidir… Ve bu bilgilerinin, iç dünyasında ne kadar çok çelişkili olduğunu kendisine anlatması halidir şuur… Ve dolayısıyla böyle bir şuur tarifine bakacak olursak, demek ki dünya insanının ‘şuurludur’ ifadesi tamamen yanlış bir ifadedir… Dünya insanlığı bugünkü durumuna göre asla şuurlu değildir… Peki kardeşim yiyoruz, içiyoruz, yatıyoruz, kalkıyoruz, üretiyoruz, tüketiyoruz, ürüyoruz ve bazı gerek akli, gerek duygusal, gerek harekete tabi deneyimler yapıyoruz, bunlar şuurluluk değil mi..? Evet şuurluluk… Çünkü şuurluluk, süptilden gelen, sonsuz kabaya giden sonsuz bir skala; ama bu şuurluluk, bizim ancak dünya dediğimiz mutat yaşamı idame ettirecek kadar kontrolümüzde dahi olmayan bir şuurluluktur… Biz buna bağlı şuur, biz buna dünya şuuru, biz buna kapalı şuur diyoruz…

Şimdi, vicdan ve nefs bunun neresinde..? Şuuru, önümüzdeki aylarda idrak ve şuur adı altında işleme imkanı bulacağız… Böyle bir programım var… Şimdi biz vicdan ve nefse dönelim…

Bir varlık, üst alemden, üst beninden, üst şuurundan yani yaradanın bünyesinden çekip aldığı bilgiyi, (tesiri) şuur olarak bünyesine yansıtmaya başladığında, bu şuurun varlık bünyesindeki duygu merkezindeki tezahürüne vicdan denir… Demek ki, benim vicdanlı olabilmem için mutlaka şuurlanmam gerekiyor… Yani şuurlanmak ne demektir..? Benim, üst benimle, üst şuurumla, görünemeyen, beş duyuyla algılanamayan, yaradanın bünyesine dahil olan o kısmımla olan irtibatım gerekir… Yani ruhsal aleme ait, bilgiyi çekip almam lazım… Şuurlanmak budur… Ne kadar o bilgiyi çekip alırsam, buna şuurlanma deniyor… Ve bu, akıl merkezinde şuur adını alıyorsa, duygu bedenindeki adı da vicdan dır… Vicdan, şuurun getirdiği bir sonuç olarak, duygu bedenimizin bir tezahürü olarak karşımıza çıkar…

Duygu bedeninde ortaya çıkan vicdan, kişiden kişiye değişir… Ve daima gelişen bir tarzdadır… Ama vicdani değerler, ne kadar çok şuurlanırsak o kadar çok mutlak değerler haline gelir… Vicdani anlayış, aşağı yukarı yakın şuurlulukta olan varlıklar için hep aynı hükmü verir… Yani belirli şuurluluk seviyesine gelmiş, ruhsal aleminden gelen bilgi tesirlerini kendine yakın dozlarda almış olan varlıklar, duygu merkezinin tezahürü olan vicdanlarında benzerlikler görürler… Ki şuurlanmış olan varlıktır bunlar… Ve bu, bilginin alınışıdır… Varlığın bünyesinde sindirilişidir… Mesela, “öldürmeyeceksin” bilgisi, bu şuur seviyesindeki varlıklar için aynı hükmü verir… “Çalmayacaksın, haksızlık etmeyeceksin, kalp kırmayacaksın” bilgileri, şuur seviyesi yakın olan varlıkların o şuurlarına bağlı değerler alır… Mesela bizler, “kalp kırmayacaksın, kalp kırmak, adam öldürmek kadar kötüdür” bilgisiyle ortaya çıktığımızda, bir de bakıyoruz ki, daha az irtibatı olup da şuur seviyesi henüz gelişmemiş olan varlıklar, “o kadar da önemseme canım, kalp kırmak çok da önemli değil..! Adam öldürmek tamam kabul ediyorum ama kalp kırmanın neresi adam öldürmek kadar önemli” diyebildiklerini görürüz… Şimdi, o da aslında kendi şuur seviyesinin vicdani tezahürünü yapıyor… Bunu daima skalatik olarak görmek lazım…

Tabi bir de vicdanlılığın gelişimini konuşalım istiyorum… Vicdanlılığın gelişme oranı şuurlanma oranına bağlıdır… Bir varlık bağını ne kadar güçlendirir, internet bağını ne kadar yoğunlaştırırsa, buna hatta daha da mizahi benim bir ifadem var, yaradanla ne kadar chatleşebiliyorsa, günde kaç kere chatleşiyorsunuz..? Bunu ne kadar sürekli ne kadar yoğun temin edebiliyorsak yaradanla, o kadar şuurlanıyoruz… Çünkü yaradandan gelen her chat bir bilgidir… O bilgi bizim varlığımızda, eğer biraz dikkatli davranırsak, hemen sindirilir, idrak oluşturur… Bakın şimdi devreye bir de idrak kavramı girdi… Önce bilgi idrak edilir, idrak edilen bilgi şuura damlar ve asla kaybedilmeyen bir şuurlanma oluşur…

Bir varlık, eğer dünyadan, maddeden, kendisine gelen yatay, kaba seviyeli tesirlerden kendini kurtarabilirse, düşeyden gelen tesirlere kapı açar… Bu kapı açış, onun şuurlanmaya yolculuğudur… Ne kadar kendini arındırırsa, o kadar bu yolculuk süratlenir ve yukarıya doğru gider… İnşallah gelecek ay bu konu içinde, “serbest şuur sürkilasyon alanları” diye çok yeni bir yaradılış mekanizma kavramını sizlere anlatmaya çalışacağım… Bu bir ibadettir… Dört no’lu insanın, ki hani ben artık bu bedeni kontrol altına almak istiyorum, ben artık yukarıyla internet bağını kurmak istiyorum, ben chatleşmek istiyorum yaradanla, onun özlemini duyuyorum, buradan gelen bütün bu yatay tesirler artık beni sarmıyor, bana doyum sağlamıyor, benim hiç bir açlığımı, boşluğumu doldurmuyor, madde benim için artık sadece zaruret, gereklilikse, lazım… Oysaki biz biriktiriyoruz, oysaki biz iktidar, itibar ve bireysellik adına daima en çoğa sahip olma içgüdüsü içinde daima maddeyle çamur bir ilişki içerisindeyiz… Bunlara doymuş olanlar olarak bizler buradayız… Bakınız gecenin bu saatinde zahmetler edip geliyorsunuz ve bizlerden bu sunuşu izliyorsunuz… Bu ne demektir..? Artık ben dünyadan gelen tesirlerin şu bedenler, merkezler üzerindeki güdümlerinden bıktım… Ben artık bunların dışında bir tesirin ihtiyacı içindeyim… Şu kara bulutu çatlatmak, yarmak ve yukarıdan gelen süptil tesirlere maruz kalmak istiyorum demektir… İşte bu dördüncü insan tipine geçiştir, uyanıştır, aydınlanış da denir buna bazı inisiyasyonlarda… Yaradanla kavuşmadır bu, şuurlanma… İşte bu şuurlanma oranı bizlerde duygu merkezinde vicdan denilen bir şekilde tezahür eder…

Yalnız bu vicdanın da skalası var… Şimdi hayattan bir misal vereyim… Çünkü bu yatay tesirlere maruz kalış, güncel bilgi veya yüzeysel bilgi dediğimiz bir bilgiyi bize sunar… Yatay tesirlerle, yani maddeden gelen tesirlerle, alışverişlerimiz, deneyimlerimiz güncel bilgi dediğimiz, yüzeysel bilgi dediğimiz bir bilgiyi bize sunar… Bu yüzeysel ve güncel bilgi, asla yabana atılmamalıdır… Çok önemsenmeli fakat o bilgi sayesinde ağır bilgiye yani yukarının bilgisine gidebilmeyi becermemiz lazım… Onun için ezoterik öğretilerde hep farkındalık derler… Mesela modern psikolojide der ki, “farkındalık, farkında olduğunu fark etmektir… Farkında olduğunu fark etme halidir… Uyanıştır bu, şuurluluktur bu… Yani modern psikolojinin de şuurluluk tarifi böyledir… Neymiş; “farkındalığının farkında olma hali…” Dolayısıyla bizler bu yatay tesirlerle haşır neşirliliğimizle, mesela ne, bu sandalyenin renginin güzelliği, dizaynı diyoruz biz buna, cazibesi var, oturuyorsunuz, fizik bedeninizi, hareket bedeninizi rahatlıyor, o da bir tesirdir ve hoşunuza gider… Ne güzel uyunur bunun üstünde deriz, oysa bilmiyoruz ki, ben ona oturmadan önce de uyuyorum… Çünkü oturunca, uykuya fiziken dalmanın dışında, onun rengi, formu ve diğer cazibeleri, elde ediş güçlüğü, beni zaten ayakta uyutuyor… Bakınız, uyku, bu manada ille yatarak değildir… Ben önce, sandalyeden gelen tesirlerin, bakın rengin bir tesiri var, beş duyuma geliyor, beş duyumdan nerotik sistemimden geçerek içimde bir hoşluk yaratıyor, beni cezbediyor, ne kadar güzel diyorum, zihnimi meşgul ediyor, duygularımı meşgul ediyor ve daima onun karşısında durarak hareket bedenimi bloke ediyor… Vitrin karşısındaki duruşlarımızı lütfen hatırlayın… Televizyonu hatırlayın… Televizyon tam bir uyku makinesidir… Bakınız, bütün bedenlerimi bloke etti mi bu..? Analitik olarak bakalım duruma, ayakta duruyorum, seyrediyorum, blokeyim… Duygularım bir hoşluk alıyor ondan, beğeni diyoruz biz buna, tutkuya dönüşüyor bu hatta ve duygu bedenim bloke… Zihnim bloke, ben bunu nasıl elde ederim, nasıl alırım, kaç paradır, alsam şuraya koysam çocuk çıkar da kirletir mi, misafir gelse, yahu oturur rezil ederler… Ve ben çok insan bilirim ki bunları hayat içerisinde çok iyi deneyimlerler, güncel bilgidir bu, yüzeysek bilgidir, ama bizi ağır bilgiye götürür… Dikkat edin… Evine eşya aldı diye bir yıl misafir çağırmıyor… Niçin bir yıl..?

Onun, o eşyanın güdümünden çıkma çabası ancak bir yılda realize olabiliyor… Daha gelişmiş bir varlık, iki ay çağırmayabilir misafiri… (Bize yaklaşık üç aydır misafir gelmiyor… Biz, eşimle birlikte sürekli eşyalara bakıp, nasıl onun cazibesinden kurtulur da misafir çağırırız diye düşünüyoruz, şaka tabi…) Ama normal hayat içerisindeki vakalar bunlar…

Bir gün bir de bakarsın, o günlerdir karşısında durduğun ve etki altında kaldığın eşya, bu olmasa da olur, niye ben bunun karşısındayım, bunu kaldırsam ben ölür müyüm..? Yani özdeşleşmesinin hemen farkına varır ve farkına vardığı anda, zaten yukarıdan bilgi onu besleyecektir… Zaten o farkına vardığı anda, kara bulut çatlayışını yapar, derhal bilgiyi alır… Yani dünyanın bize gelen yatay tesirlerinden ne kadar kendimizi kurtarırsak, o kadar yukarıyla bağlantı kurarız… Yukarıyla şuurlanma mekanizmasını kuramamızın nedeni tamamen aşağıdaki tesirlere kendimizi bırakmamız, onların hükmü altına girmemizdir…

Şuurlanmanın peki randımanı nasıl anlaşılır..? Sadeleşerek anlaşılır… Yani yatay tesirlerin bizim üzerimizdeki hükmüne karşı koyarak, onu yenerek… Bu sadeleşme nerededir..? Bu sadeleşme, düşünce bedeni veya merkezinde sadeleşme, duygu merkez veya bedeninde sadeleşme, hareket merkez veya bedeninde sadeleşme ve alt bedenlerde sadeleşme, otomotizmadan kurtulma, seks bedenini de mümkün olduğu kadar kontrol altına alma dahil olmak üzere bütün bedenleri kontrol altına aldık mı, onlara gelen tesirleri bertaraf etmeye başladık mı, sadeleşiyoruz demektir… Bakın, şu koltuğun tesirinden (1 ay 2 ay 15 gün her neyse) kurtulduğum anda ben sadeleşmeye başlıyorum… Artık bir daha bana böylesine bir eşyadan gelen tesir hükmetmemeye başlıyor… Nasıl hükmetmez, bunu tekme tokat komşuya mı vereyim, hırsıza mı vereyim, muhtaca mı vereyim..? Hayır, o orada olmasına rağmen bana bir tesir ulaştıramayacak hale gelmelidir… O lazımdır ve orada duracaktır… Lüzumlu olduğu kadar, lüzumlu adet kadar duracaktır; fakat benim üzerimde hiçbir hükmü olmayacaktır… Kırılırsa kırılır, kirlenirse kirlenir.. Böyle bir hale gelmek, sadeleşmek demektir…

Maddeden kopmak, dünya nimetlerinden kendimizi soyutlayıp bir tür inzivaya çekilmek şeklinde asla değildir… Ancak zihin faaliyetlerimizde “iki lokma bir hırka fikri” mantal seviyede var ise, fiziken isterseniz hırka fabrikanız olsun, lokma fırınının içinde olun hiç önemli değil… Sadeleşmeden söz ederken dedim ki; “otoparktaki arabaları azaltmamız lazım, ki onlardan gelen tesirlerin bizi yenmesini önleyelim, gardırobumuzdaki elbiselerin azaltılması lazım, tapudaki kayıtlarımızın azaltılması lazım”, derken biri haklı olarak dedi ki, “ne yani şimdi satışa mı çıkaralım..?” Hayır; benim burada söylediğim, zihnimizdeki otoparkımız, zihnimizdeki gardırobumuz, zihnimizdeki tapu kayıtlarımız, bunları azaltalım, ama hepsi somut olarak dursun… Hiç önemi yok… Benim zihnimi, duygu bedenimi, hareket bedenimi meşgul etmiyorsa, hiç önemi yok… İşte böyle bir sadeleşme bize yukarıyla bağı temin eder… Şimdi ben arabamı getirdim aşağıya park ettim… Şimdi ben burada sizinle konuşurken bir yandan aklım, biri çizerse, burası da Beyoğlu yani… Ya şöyle olursa, ya böyle olursa diyorsam yani zihni olarak, duygusal olarak; hareketi pek yapmam, ayıp olur diye, gidip ikide bir pencereden bakmam, çok belli olur, işte bunları yapıyorsam, zihnim onunla meşgulse, ben onunla özdeşleştim yani ondan gelen bir tesire köle oldum demektir… Benim yukarıyla irtibat kurmam mümkün değildir…

Şuurlanmanın, yukarıyla irtibatın, tek koşulu var, sadeleşmek… İki lokma bir hırka fikriyle bir hırka fabrikasında oturabilirsiniz; ama o zihniyetle, hiçbir etkisi yoksa… Arabalarınız var otoparklar dolusu fakat hiç bir etkisi yok… Zaten lazımsa vardır, lazım değilse yoktur… Böyle bir anlayış bizi ancak şuurlanmaya götürür… Şimdi bu bulutu çatlatıp bu bilgiyi alıyorsam, benim mutlaka bir çaba ile, bir farkındalık ile bunu bütün bedenime yaymam lazım… Şuurlanmanın akıl ya da düşünce bedeninin altına doğru yayılma çabası gösteren insan, duygu bedeninde vicdan şeklinde, hareket bedeninde vicdani tatbikatlar şeklinde hareket ettirilir… Yalnız, duygu bedeninde vicdan diye çıkan tezahür yine skala skaladır… Mesela, bir vicdani tatbikatı şöyle misal verelim… Yolda giden bir insan, içi para dolu; dolar dolu ya da mücevher dolu bir çanta bulur… Şimdi bu adam çantayı önce alıyor, çantadan gelen bir yatay tesir var… Bu tesir, önce hareket bedenini, en kontrolsüz, otomatik olan hareket bedenini etkiler… Çantayı görür görmez hemen kapar… Ne oldu; içgüdüsel olarak hareket bedeni o çantanın dolgun tesirinin altına girer, kapar onu… Bunu biraz detaylı anlatıyorum ki, kendimizi mutlaka gözlemlemeliyiz… İlk etki hareket bedenime geldi onun da alt bedeni otomatizmadır… Otömatizma bedeni kap dedi, kaptım…

Şimdi burada ne akıl, ne de duygu devrede… Hareket bedeni otomatizmal kaptı… Şimdi duygu bedenine sıra geldi… İkinci etki oraya geldi… Duygu bedeni… Bu varlık, eğer yukarıdan tesirler almaya başlamış, bulutu çatlatmış yani şuurlanmışsa, tabiki bu şuur, duygu bedeninde vicdan olarak daha belirgin tezahür edecektir… Duygu bedeni diyecektir ki; ”ya bunu aldın ama, kim bilir bunu düşüren ne kadar üzüntülüdür, götür ver…”. Şimdi bakınız vicdanlılık orda tezahür etmeye başladı… Tabi, sonradan akıl bedeni devreye girecek; en güç, en gecikmiş çalışan merkez akıldır…

Biliyor musunuz..? Bir tesir altında kalan duygu merkezinin, bir içgüdü merkezinin veya otomatik merkezin, refleksin ilk harekete geçmesinden 300 bin defa daha geç harekete geçer akıl merkezi… Yani hareket merkezinin refleksi ile bir düşünce merkezinin meseleyi ele alışı arasında 300 bin defa fark var… En son akıl merkezine geliyor, akıl merkezi der ki, eğer bu adamın sahte bir kişiliği o an çok aktifse, akıl merkezi hemen ona hizmet etmeye başlar der ki, ”enayi misin veriyorsun sen ya..? Sen düşürsen bir başkası sana verir miydi..? ” diye adamı ikna etmeye çalışır, yani vicdanı yok etmeye, alt etmeye çalışır… İşte sahte kişiliğin akıl merkezini kullanarak insana empoze ettiği bu şeye ”nefs” denir… Bu vicdan ve nefs karşı karşıya kaldı mı, şuur, duygu merkezinden tezahür etti, ne olarak, vicdan olarak ve bilgiyi tatbik ettirmeye çalışıyor varlığa, diyor ki hak etmediğim bir değeri, başkasına ait olan bir değeri, helal olmayan bir değeri alamam, bunu kim söylüyor, vicdan dediğimiz duygu merkezi söylüyor, neye dayanarak; şuurlanmanın getirdiği bilgiye dayanarak söylüyor… İlahi bir yasadır… Helal edilmeyen bir değer, sahibinin onayı olmadan alınamaz… Akıl merkezi, nefse hizmet ettiği için, bir sahte kişiliğe hizmet ettiği için, ”buldum mu yiyeceğim” diyor… Sonuçta bu adamcağız şuurlanmanın oranına bağlı olarak ve vicdanının o orandaki tezahürüne bağlı olarak çantanın sahibini bulabilir ve sahibine çeşitli skalatik bir mantaliteyle bunu verebilir… Dıştan görünüşte veriştir o ve herkes takdir eder… Halbuki iç dünyasına bir girin, korkunç bir skala var.. Niçin verir..? Bunu verirse tamam vicdanının sesini dinlemiş olacak, büyük bir huzur içinde olacak; ama karşılığında ne bahşiş verileceği sebebiyle verebilir, biraz daha gelişmiş bir vicdan bahşiş mahşiş istemez; ne ister, takdir… Ve hatta o verişi bir topluluk önünde yapmayı da kendi dahi itiraf etmeksizin yeğler… Hatta der ki, verdiğimin şahidi olsun… Bütün bunlar bir veriştir; ama daha gelişmiş bir vicdan, yani şuuru daha yoğun olan bir vicdan, hiçbir sebep olmaksızın verir… Ondan başka bir şey düşünemez çünkü… Yani o salt bilgiyi uygulayan bir varlıktır… Bakın şuurluluk bizi nereye götürüyor… Çeşitli bilgi uygulayışları ama gene skalatik, kimi bazı egoistik sebeplerden dolayı bilgiyi uygular, vicdan tatbikatı yapar, kimi de başka hiçbir şey düşünemez… Ne demek, başka şık mı var der… İşte bu daha gelişmiş bir şuurlanmanın vicdanıdır… Karşı taraftaki insan da böylesini tamamen umudunu kestiği böyle bir değere tekrar kavuşmanın sevinciyle başka bir tatbikat yaşar… Bunlar hep burada yaşanan güncel bilgi, yüzeysel bilgidir… O da ne yaşar böylesine yüzeysel bir olayla, bilgiyle, fenomenle karşılaştığında o da o maddeye kavuşmanın egosunu tatmininden, nefsini tatmininden kaynaklanan bir sevgi tatbikatı yaşar… Çantaya tekrar sahip olmanın güdümü altında hiç tanımadığı birine sarılıverir… Bakınız, güncel bilgi nasıl bizi ağır bilgiye doğru sevk ediyor… Birbirimize sarılmak zorunda bırakıyor… Burada çanta ve içindekiler araç olarak kullanılıyor… Onun için hayat içerisindeki tatbikatlarımızı yabana atmamalıyız… Ve bir de bakarsınız o birbirini hiç tanımayan ve belki de hiç örf ve adetleri birbirine uymayan, hiçbir birliği olmayan bu iki insan maddenin tesiri altında, maddenin sebep olduğu bir deneyim yaşarlar… Ve bu deneyim, onları güncel bir bilgiden ağır bir bilgiye götürür… Eğer o çanta bulunup iade edilmeseydi, sahibi asla böyle tanımadığı birine sarılamazdı… Ve gerçekten içinde o coşkuyu, o duygusal tezahürü oluşturamazdı… Ve hatta o insanın, bu tatbikattan sonra, insanın genel yapısı hakkındaki kanaatleri bile değişir…”vay be ne insanlar varmış, ben hiç bu kadar umutlu değildim insanların iyi olabileceğinden, bak böyleleri de çıkıyormuş…”der… Ve bir de bakarsınız ki, bu olaydan sonra insanlara artık başka bir gözle bakmaya başlar… Bu ne büyük bir ilahi murada götürücü bir eylemdir… Yaradanın bir ilkesini, bir yasasını, buralardaki bir kanununu, yaradan, o fenomen, o hadise, o epröv sayesinde buna yaşatıyor… Bu onun farkında olabilirse yaşadı, işte buna uyanış denir… Eğer bu adam, insanlara ben hep negatif bakıyordum, hep sevgisiz bakıyordum, onlar kötüdür diyordum düşünceleri bakıyorsunuz yumuşuyor ve yepyeni bir anlayış, yepyeni bir seviye alıyor… İşte güncel bilginin yani yatay tesirlerle yapılan deneyim bilgilerinin ağır bilgiye götürücü özelliği…

Onun için dünya hayatı içerisindeki tatbikatlarınızı yabana atmayın… Şu ana kadar gayet farkında olmadan ve otomatik karşıladığımız bu hadiseleri, şimdi, yarın sabahtan itibaren, bu akşamı hatırlayarak daha uyanık, daha farkında, daha dikkatli, daha telaşsız karşılayın…

Metroya binerken bana adamın omuz atıp kenara itmesi artık olağan bir insanlık ayıbı olarak görülmemeli… O olay bir güncel bilgi, bir yüzeysel bilgi, sıradan bir hayat bilgisi; ama bu, beni yukarıda hangi ağır bilgiye götürür..? diye düşündüğünüz anda, yukarıdan size yepyeni bir yol açılacak ve yukarısı bu şuur alanı sizden daha evvel böyle bir dikkati beklerken o fırsatı yakalayıp size şak diye bilgiyi sunacaktır… Garanti veriyorum… Ve bir de bakacaksınız, sizin o güne kadar kaba seviyede karşılık vermenize sebep olurken, bu sefer bir idrake sebep olacak… İşte o olayın arkasındaki sırrı görmeye başlayacaksınız…

Bakınız, idrak, aşağıda yaşanan bir yüzeysel bilginin, yukarıda mevcut olan bir yaradan bilgisiyle bağının kurulmasıdır…

”Farkındalık, idrakin iki ucu açık bırakılmış halidir…”

orijinal tebliğ ifadesidir bu… Detayın detaya hizmet ettiği şu dünya hayatı içerisindeki en küçük bir hadisenin farkındalığını elde edip, onu sonsuzluğa, yukarılara doğru ne kadar götürebiliyorsak… Aşağıda olanı, yukarıya bağlayabilme halidir farkındalık… Bu nasıl bir realitedir, bana ne vermek istedi..? Bu realiteyi eleştirip onu adam etmeye çalışmak yanılgıdır… Onu asla adam edemeyiz, yapacak hiç bir şeyimiz yok… O, çünkü omuz atmaya gelmiştir, enkarne olup… Hayat planı metroda omuz atmaktır… Hiç bir şey yapamayız onun için… Ama bir şey var yapmanız gereken, çok önemli ve yaradanın sizden istediği bir nokta var… Hemen kendinize dönecek, benim bu omuz atılma ve sendelemeden nerem incindi..? Bu beni hareket merkezimden vurdu, çünkü sendeledim, düşüp bir yerimi, hareket bedenimi kıracaktım… İki, duygu merkezimi incitti… ”Benim gibi bir adama nasıl omuz atılır..? O benim kim olduğumu bilmiyor mu..? O kendini ne zannediyor ya..? Ben ona yürümeyi öğretirim…” kendi kendine söyler, ama biraz daha az gelişmiş bir varlıksa gider ona,”sen benim kim olduğumu biliyor musun..?” o kimsin falan dediğinde bu sefer babamın kim olduğunu biliyor musun ve bu böyle gider… Sonra akıl devreye girer, akıl devreye girince o da entelektüel açıdan başlar ”efendim eğitim sorunu, Türkiye’nin sosyal – ekonomik durumu ve eğitim karmaşası vs. vs…”

Yüzlerce yıldır, entelektüellerin yönettiği kitleler omuz atmaya engel olunamadığı bir sahne ortaya koymaktadırlar… Farkında değiller yüzlerce yıldır bu entelektüeller… Bu yorumu yaparken, o omuz atmaya engel olamamışlardır ki… Yaradanın koyduğu ve bu dünya tatbikat veya tekamül okulunun yasaları şeklinde kesin bilgi olarak koyduğu değerleri değiştirebilirler mi..? Hepsi birer zayıf süreç yaşatmışlardır… Yaradanın yasaları daima vardır…

Omuz atanı ıslah etmek mümkün olmadığı gibi, kendimizi ıslah etmek de öyle… Burada da tabi teslimiyet konusu girer… Teslimiyet aslında ilk etapta zannedildiği gibi sorumluluktan kaçış, yaradana boyun eğiş, hükmü altına giriş falan değildir… Teslimiyet, gerçek manada bütün dünyanın hatta bütün kainatın sorumluluğunu tam manasıyla yüklenmeyi taşır… Teslimiyet böyle bir şeydir… Ve bir sorumluluğu bir varlık taşımak istiyorsa, gerek yüzeysel bilgi seviyesinde, gerek yaradanın bünyesindeki bigi seviyesinde bir sorumluluk taşımak istiyorsa, mutlaka teslimiyeti bilmelidir…

Teslim olan, her şeyden sorumlu olabilendir… Teslimiyet, varlığın üst beniyle yani dünyasal şuuru ile, üst beni yani üst şuuru yani yaradan arasındaki bağı engelleyen perdeyi kaldırır… İşte o kalktığı anda her türlü sorumluluğu alabilir… Çünkü siz orada tek değilsiniz, sorumluluk sadece sizin üzerinizde gibi görünse de, şu koca devasa şuur alanları size akmaktadır… Gerçekten teslim olabilmek, yaradanın en büyük sorumluluklarına göğüs gerebilmektir… Ama tabi bu aptalca bir teslimiyet, şuursuzca bir teslimiyet manasında değildir… Bunları ileride anlatacağız… Sorumluluk bizi zorladığı anda, gerçek teslimiyeti hissettiğimiz anda, bütün yaradan gücü bizde yoğunlaşır… Kayıyoruz sağa sola, farkındayım.. En zor şey de böyle belirli bir konu üzerinde konuşmak.. Kusura bakmayın…

Evet bu perdenin kaldırılması, şuurlanma, duygu bedenimizin insani tezahürü adına çok önemlidir… Yüksek duygu ve yüksek düşünce merkezlerine ulaşmamızı temin eder… Ondan sonra al başını git…

Perdenin kalkması, varlığın daha çok bilgi ile haşır neşir olmasına sebep olur… Yalnız bunun da tabi sorumluluğu vardır… Yalnız şunu bilmek lazımdır ki; varlık eğer o perdeyi kaldırabilecek bir varlık gücüne eriştiyse, ki mutlaka erişmiştir, ki perdeyi kaldırabiliyordur, buna nasıl erişmiştir, yatay tesirlerin kendi üzerindeki güdümünü yok etmiştir… Ve artık dünya tesirlerinin mahkumu değildir… Sadeleşmiştir… Buna özgürlük de denir… Böylesine bir varlık, varlık seviyesini yükseltiyor demektir… Bu da, o perdeyi kaldırtır… Gelen bilgi, ona artık sorumluluk hissi vermeyen bir bilgidir çünkü… Varlık öyle bir güçlenmiştir ki, sorumluluk şeklinde algılanmaz varlık tarafından… İşte bilgi, böylesine sorumluluk vasfı gelişmemiş bir varlığa yani varlık seviyesi yükselmemiş bir varlığa gelirse, onun için hakikaten o sorumluluk, bir ıstıraptır… Onun için biz deriz ki, bilgi mutlaka varlık seviyesine orantılı verilmeli… Şimdi siz çağırın dışarıdan dünyanın güdümü altındaki bir insanı, gelin burada bu bilgileri ona verin, adam anlamaz aslında, anlamaz ama yine de o tesir altında bunalıma girer… Şaşkınlığa uğrar, hatta bu konuda çok ciddi şekilde duygu ve akli çelişkilerini fark edip de tedaviye ihtiyacı olanlar vardır… Tabi ki varlık bu sorumluluğu taşıyabilmelidir… Şöyle bir ifade vardır, der ki, bu bilginin omuzlarınızdaki yükü aslında çok büyüktür ama o omuzlar o yükü taşıyacak güçtedir… Onun için bilgi ile muhatabiyet sadelikle paralel gitmelidir… Yoksa teşevvüş meydana gelir…

Teşekkür ederim… İyi akşamlar diliyorum…

MERKEZ BİLGİ ALANI VAKFI – 1999

(50)