Menü

Bilinmeyen Einstein

30 Ocak 2017 - Diğer

Albert Einstein, modern zamanların en ünlü bilim insanı… Uzay, mekân ve zaman kavramlarını değiştiren bir fizikçi. Dağınık

saçları ve çorapsız giydiği ayakkabılarıyla hep göze batan bu çok yönlü bilim insanının gizli kalmış dünyasında yolculuğa

başlıyoruz…

Einstein, 1879 yılında Güney Almanya’nın Ulm kentinde dünyaya geldi. Babası küçük bir elektrokimya fabrikasının sahibi;

annesi ise, klasik müziğe meraklı, eğitimli bir ev hanımıydı. Konuşmaya geç başlaması ve içine kapanık bir çocuk olması,

ailesini tedirginliğe düşürmüşse de, sonraki yıllarda bu korkularının gereksizliği anlaşılacaktı. Giderek meraklı, hayal

gücü zengin bir çocuk olarak büyüyordu.

Okulu hiçbir zaman sevemedi. Gerçekten de, genç Einstein’ın ileride ortaya çıkacak dehasının temelleri, kendisinin de

sonradan belirttiği gibi, okulda değil başka yerlerde atılmıştı: “Çocukluğumda yaşadığım iki önemli olayı unutamam. Biri,

beş yaşında iken amcamın armağanı pusulada bulduğum gizem; diğeri on iki yaşındayken tanıştığım Öklit geometrisi.Gençliğinde

bu geometrinin büyüsüne kapılmayan bir kimsenin, ileride kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceği hiç

beklenmemelidir!” 1955’te Princeton’da hayata gözlerini yumana kadar bilim dünyasına çok şey kattı. 1916’da yayımladığı

“Genel Görelilik Kuramı”, 1921’de “fotoelektrik etki ve kuramsal fizik alanında çalışmalarıyla aldığı Nobel Fizik Ödülü,

dahinin en önemli başarılarından sadece ikisi; ya bilinmeyen dünyası.

Einstein ve X-files. Öteki bilim insanlarının aksine, X-files adı verilen normal üstü konulara çok meraklıydı. 1920’li

yıllarda, fizik üzerine amatör araştırmalar yapan Amerikalı yazar Upton Sinclair’ın, telepatiyi konu alan “Zihinsel Radyo”

(Mental Radio) adlı kitabına önsöz yazmıştı. Einstein, Sinclair’ın “altıncı his” ile ilgili kanıtlarının göz ardı

edilemeyeceğine inanıyordu. Hatta, insanların telepatik yollarla iletişim kurabileceklerini de açıklamıştı. Bu savlarını,

zihinsel yeteneklerini geliştirmek için katıldığı seanslara, yani kişisel deneyimlerine dayandırıyordu. 1930’da, Alman Otto

Reiman’ın düzenlediği ruhsal testlere katıldı. Reiman, insanların yazı örnekleri üzerinde parmaklarını gezdirerek onların

kişiliklerini analiz edebileceğini ileri sürüyordu. Sürekli tekrarlanan başarısına rağmen, Einstein “soğuk okuma” denilen bu

yönteme sıcak bakmadı. Bunun yanı sıra, ruhlarla ilişkiye girdiklerini belirten medyumlara hiçbir zaman inanmadı.
Einstein’ın ününü kurtaran kötü hava koşulunun öyküsü, satır aralarından kalma. Görelilik teorisinin en dramatik

öngörülerinden biri de, geniş bir plastik tabakanın gülleyle kıvrılması gibi, uzay-zaman madde adacıklarının bulunduğu

çevrede uzayın eğriselleşmesi (veya kıvrılması) ilkesiydi. Einstein 1912’de, bu görüşünü kanıtlamak için bir deney yapmaya

karar verdi.

Gökyüzünün aynı bölümündeki yıldızların Güneş gibi, az da olsa yer değiştirdiğini ve yıldızların yaydığı ışıkların, Güneş’in

büyük hacmiyle eğriselleşmiş uzay-zamanın dış hattını izlediğini kanıtlamak istiyordu. Bu yer değiştirme, Ay’ın Güneş’i

kapattığı Güneş tutulması sırasında ölçülebilirdi. Yer değiştirmenin boyunu ölçtü, çok küçük bir açıyla gerçekleşiyordu.

Einstein’ın deneyinin doğru olup olmadığını kontrol etmek isteyen bilim adamları, Güneş tutulması sırasında yıldızları

gözlemlemeye koyuldular. Ancak, tüm çabalarına rağmen kötü hava koşulları ve savaş nedeniyle bunu gerçekleştiremediler.

Aslında bu durum Einstein için şans sayılabilir. Çünkü, 1915’te ilk hesaplamasının yanlış olduğunu fark etti.

Yer değiştirme düşündüğünden ve hesapladığından iki kat fazla oranda gerçekleşiyordu. 1919’da, bilim adamları, Brezilya’dan

ve Afrika sahillerinden tam Güneş tutulmasını izleme fırsatı buldular. Ve, ileri sürdüklerinin tamamen doğru olduğunu

gördüler.
O ve evrensel hatası..Einstein’ın “Hayatımın en büyük hatası” şeklinde tanımladığı olaylar zincirinin kökeni 1917’ye,

Görelilik Kuramı üzerine çalıştığı yıla uzanıyor. O dönemde, bilim insanları evrenin sonsuz ve değişmez olduğunu kabul

etmişlerdi. Einstein’ı yılgınlığa düşüren ise, yeni bulduğu denklemlerin hep hareketli bir evreni desteklemesiydi.

Dolayısıyla, kendisini pek çok öğrencinin yaptığı gibi davranmak zorunda hissetti ve evrenin sabitliğini korumak için,

denklemlerine “lambda faktörü”nü kattı. Her şeye rağmen, 1927’de ABD’li astronom Edwin Hubble, evrenin gerçekte

genişlediğini ilan etmişti.

Einstein bunun üzerine, ilk baştaki özgün denklemine dönerse, evrenin genişlemesini açıklayabileceğini anladı. Ve bir daha

kullanmamak üzere lambda faktörünü denkleminden çıkarttı. Ancak, çok geçmeden astronomlar lambda faktörü gibi unsurların

varlığına; hatta, evrenin büyümesini hızlandırdığına ilişkin kanıtlar buldular. İşte, Einstein’ın en büyük yanılgısı, lambda

faktörünün bir yanılgı olduğunu düşünmesiydi.

Einstein aslında E=mc²’ye inanmıyor muydu? Einstein, göreliliği kullanarak kütlenin (m), yüksek değerdeki enerjiye (E)

eşitliğini kavradı; kesin değere ışık hızının karesi (c²) ile ulaşılıyordu. Bu uluslararası sistem birimiyle (SI unit), 1017

çok yüksek bir değeri karşılıyordu ve maddenin her kilogramda, nükleer santralin bir yılda ürettiğine eşit enerji yayması

anlamına geliyordu.

Akıllara durgunluk veren bu fikrin uygulamaya geçirilmesine Einstein bile inanmıyordu. Hatta 1905 yılında yazdığı, buluşunun

kökenini oluşturan tezin başlığını soru işaretiyle atmıştı: “İnsan vücudunun ataleti, enerji doygunluğuna mı bağlı?” 1934’ün

sonlarında bile, denklemini “atomu ayrıştırarak” enerji elde etmek için kullanma düşüncesini gözden kaçırıyordu. Yanlış

yolda olduğu 4 yıl sonra kanıtlandı. Alman bilim adamı Otto Hahn ve meslektaşları uranyumun atomlarını ayrıştırdı.

Bu, nükleer güç ve silahlara doğru atılan bir adımdı. Einstein, hatasını anlayınca hemen harekete geçti. 1939’da ABD başkanı

Franklin Roosevelt’e bir mektup yazarak, Naziler’in nükleer silahları geliştirebileceği uyarısında bulundu. Bu mektup,

müttefiklerin ilk atom bombasını yapmalarında önemli rol oynadı.

Einstein, komünistlikle ve ajanlıkla da suçlandı.E=mc² denkleminin fikir babası olmasına rağmen, hiçbir zaman Manhattan

Projesi (ABD’nin gizli atom bombası yapma planı) içinde yer almadı. Amerikalı tarihçi Richard Schwartz’ın 1983 yılında

açıkladığı belgeler, Einstein’ın neden ajanlıkla suçlandığını ortaya koyuyor. Öldüğü yıl olan 1955’te FBI’ın hakkında

yürüttüğü araştırma dosyaları 1.500 sayfayı bulmuştu. Bu dosyaların çoğunda, komünistlerle bağlantılar kurmak ve

Almanya’daki evini haberleşme merkezi olarak kullanmaktan suçlanıyordu.

İddiaların somut dayanakları var mıydı? 1930’lu yıllarda Einstein, emperyalizm karşıtı eylemler yapan ve ulusal

bağımsızlığı savunan sol eğilimli bir örgütün onursal başkanıydı. Aynı zamanda, komünist ajanlar Hilaire Noulans ile eşinin

saklanmasına yardımcı olmuştu. Tüm bunlara rağmen, Sovyetler Birliği’ni eleştirdiği pek çok kamuoyu açıklaması yaptı ve

Yahudiler’e karşı tavırlarından dolayı onlar için çalışmayı reddetti.

Ölüm ışınını keşfetmiş miydi? FBI raporlarında geçen en ilginç konulardan biri de, çok büyük güce sahip bir ışın makinesi

icat ettiği iddiasıydı. İddia az da olsa gerçeğe dayanıyordu. Soruşturma, 1940’ın Aralık ayında yayılan dedikodularla

başladı. Einstein’ın arkadaşı Gustav Bucky’nin komşusu, Einstein ve Bucky’nin Manhattan’daki geçici laboratuvarda “ölüm

ışını makinesi” üzerinde çalıştıklarını ileri sürmüştü.

Yetkililer, laboratuvarda makineyle ilgili hiçbir ipucuna rastlayamadılar. Ancak laboratuvar yıkılmıştı, dolayısıyla bu

durumdan kuşkulanmışlardı. Gerçekten de Einstein, ölüm ışınını farkında olmadan keşfetmişti; ama, bu iddialardan çok önce.

1916 yılında, atomdaki elektronların, yüksek enerji seviyesine sıçradığında, enerjilerini tek frekanslı ışık atılımı

şeklinde serbest bırakarak bir araya toplandıklarını gösterdi. Bu ışın demeti incelendiğinde, barındırdığı yoğun gücün bir

metali bile kesebileceği anlaşıldı. Bu araştırması, günümüzde kullanılan ölüm ışını, laserin atası kabul ediliyor.

Teori üretmesinin yanında, sıkı bir kâşifti de. 1925’te bir gün, buzdolabından sızan ölümcül soğutucu gaz nedeniyle yaşamını

kaybeden bir ailenin haberini okudu. Endüstri kimyagerleri henüz güvenli soğutucu gazını bulamamıştı. Bunun üzerine

Einstein, fizikçi arkadaşı Leo Szilard’la bir ekip oluşturarak daha güvenli buzdolabını tasarlamaya koyuldular. Sonuç

dahiyaneydi: Sodyum ve potasyum karışımını borulara pompalamak için elektromanyetik alanı kullanan ve sıvıya dönüşmeden önce

dondurucu kimyasal maddeyi sıkıştıran bir tasarım.

Dondurucu madde buzdolabının içinde dolanırken ısınıyor, tekrar gaz haline dönüşüyor ve buzdolabı içindeki sıcaklığı

alıyordu. Hiçbir mekanik parça gerektirmediğinden, tehlikeli kimyasal madde, borular içinde güvenli bir şekilde dolaşıyordu.

Einstein ile Szilard bir başka buluşa daha imza attılar (musluk suyunun gücünü kullanarak günlük kullanım suyunu soğutan

cihazı ekleyerek) ve bu soğutucunun patentini Electrolux’e sattılar. Ancak, buzdolabı ticari amaçla satışa sunulmadı.

Kimyagerler daha sonra, güvenli soğutucu freonu (ozon tabakasına zarar verdiği ileri sürüldü) geliştirdiler.

Einstein, Tanrı ile kumar oynadı ve kaybetti. Mimarlarından biri olmasına karşın, atomaltı parçacıkları yönlendiren kurallar

biçiminde tanımlanan “kuvantum teorisi”ni hiçbir zaman tam olarak benimsemedi. Parçacıkların nasıl hareket ettiğine ilişkin

bilginin her zaman belirsiz kalacağını ileri süren görüşü reddetti. Onun yerine, kuantum teorisinin döneme ait bir açıklama

olduğunu ve bir gün belirsizliği ortadan kaldırılacak yeni bir teorinin bulunacağına inandı. Bu konuda en önemli sözlerinden

biri “Tanrı’nın evrenle kumar oynadığına inanamam.” oldu. Einstein’ın kuantum teorisi ile ilgili görüşleri yıllarca sadece

öngörü şeklinde kaldı. Dahası, kimse yanlışlığını ileri süremedi.

Ancak, 1964’te İskoç fizikçi John Bell, onun “Tanrı ve kumar” ifadesini test edebilecek matematik kuramını buldu. Deney,

Alain Aspect ve ekibi tarafından 1982’de Paris’te yapıldı. Ekip, özel optik araçlar içinde yol alan fotonların özellikleri

üstünde çalışarak, Einstein’ın belirsizlik hakkında söylediklerini ve dahası, hiçbir şeyin ışıktan daha hızlı yol

alamayacağı savının tersini kanıtladılar. Fizikçiler, ileri sürülen teorilerin hangisinin doğru olduğunu tartışıyor.

Einstein ve kadınlar. Dahinin kadınlar üzerindeki manyetik etkisi tartışılmazdı. Bunun en açık kanıtı, iki evliliği

sırasında yaşadıkları ilişkilerdi.

Mileva kendisinden hamile kaldıktan sonra onunla evlenmiş; ancak, kuzini Elsa’yla evlenebilmek için de ondan boşanmıştı.

İkinci evliliği Elsa’nın ölümüne kadar sürmüş olsa da, bu arada aşk maceraları yaşamaktan geri kalmadı. Birlikte olduğu

kadınların kimlikleri ve ilişkilerin yoğunluğu tarihçilerce tartışıladursun, Roger Highfield ve Paul Carter adlı yazarlar

önemli kanıtlara ulaştılar. Onlara göre; sekreteri Betty Neumann, Avusturyalı güzel sarışın Margarette Lebach ve iki zengin

kadın Elsa Mendel ile Estella Katzenellenbogen, beraber olduğu kadınlar arasında.

Beyniyle ilgili garip hikâye, hakkındaki son bilinmeyen. Einstein öldükten sonra beyni çıkarıldı ve halen ABD, Wichita’daki

yaşlı doktorun evinde, bir kavanozda saklanıyor. Dr. Thomas Harvey, 1955 yılındaki otopsi sırasında, dehasıyla ilgili

ipuçları bulabilmek amacıyla Einstein’ın beynini çıkarmıştı. Beyniyle ilgili temel bilgiler çok da farklı değil. Beyni,

normal koşullarda 1,4 kg. olan insan beyninden yüzde 12 oranında daha hafif. Beyninden alınan örnekleri inceleyen

nörologlar, ilgi çekici özelliklere rastladılar. Örneğin, düşünce için gerekli sinirleri besleyen “gliyal hücre” sayısının

fazla olduğunu belirlediler. 1999 yılında Kanada, McMaster Üniversitesi’nden uzmanların yaptığı araştırmalarda da, Sylvian

fisürünün (yarığı) gelişmiş ve alt parietal lobunun normale göre yüzde 15 daha geniş olduğu tespit edildi.

Uzmanlar, gelişmiş Sylvian fisürünün, beyindeki bilgi alışverişini kolaylaştırdığını; parietal lobun ise, matematikle ilgili

yeteneği ve uzay-mekân bağlantısı kurma yetisini artırdığını belirtiyorlar.

(32)