Kaynak : EZOTERİK – BATINİ DOKTRİNLER TARİHİ
Cihangir Gener
IV. BÖLÜM
MISIR VE HERMES OKULU
Günümüz bilim dünyasının, nasıl olup da ortaya çıktığını açıklayamadığı Mısır uygarlığı, hem Mu, hem de Atlantis
imparatorluklarının bu topraklar üzerinde kurdukları iki ayrı koloninin tufandan sonra, zaman içerisinde birleşmeleri ile
meydana geldi. Her iki kolonide de başlangıçta tek Tanrılı din ve Ezoterik öğreti geçerliyken, Mu kolonisi bir süre sonra
yozlaştı ve çok tanrılı inanca geçti. Atlantis kolonisi ise, Hermes (Toth) tarafından kurulmuştu ve Osiris Dini’ni
uyguluyordu (1).
Osiris’in müridlerinden olan ve ondan 6 bin yıl sonra yaşayan Hermes, ya da diğer bir adıyla İdris, günümüzden 16 bin yıl
önce, beraberindeki bir güç ile Atlantis’den Nil deltasına çıktı. Burada bir Atlantis kolonisi kurdu ve Osiris dinini
Mısır’da yaymaya başladı. Sais’de bir tapınak inşa eden Hermes için, Mısır’ın ünlü “Ölüler Kitabı”nda, “ilahi kelamın
efendisi ve ilahi sırların sahibi” denilmektedir.
Kuzey Mısır, Hermes döneminden, Firavun Menes dönemine kadar (M.Ö. 5.000) Hermetik rahipler tarafından yönetildi. Daha
sonraları İdris Peygamber olarak tek tanrılı dinlerin efsanelerine giren Hermes’e Yunanlılar, aynı zamanda hem kral, hem
büyük rahip, hem de din kurucu olması nedeniyle, üç defa büyük anlamına gelen “trimejit” sıfatını layık gördüler.
Bu noktada Hermes ve Mısır’daki kardeşlik örgütünün gelişimine kısa bir ara verip, büyük yıkıma, bir dönemin sona erip yeni
bir dönemin açılmasına yol açan Tufan’a değinmek gerekiyor.
Tufan, bazı bilim adamlarının iddia ettikleri gibi sadece Mezopotamya ve Ortadoğu ile sınırlı değildir. Aksine, tüm dünya
insanlığının hafızasında silinemeyecek izler bırakmış olan bu felaketten en az etkilenmiş bölgelerin başında Ortadoğu
gelmektedir.
Aynı anda iki dev kıtanın sulara gömülmesine neden olan felaketten söz etmeyen, dini efsanelerinde, mitoslarında ona yer
vermeyen millet ya da kavim yok gibidir. İskandinavyalılar, Hintliler, Yunanlılar, Yahudiler, Türkler, Kızılderililer,
Polonezyalılar, kısacası dünyanın dört bir köşesinden tüm kavimler tufan olayından oldukça ayrıntılı biçimde
bahsetmektedirler. Bunun yanısıra kutup buzullarının da en son 12 bin yıl önce çözüldükleri bilinmektedir. Tüm dünyanın
değilse bile, okyanuslara uzak bölgeler ve yüksek yerler hariç her yerin dev dalgalar ve çözülen buzul suları altında
kalmasına yol açan bu felakete ne sebep olmuştur?
İnsanlığın neredeyse sonunu getirecek nitelikte olan bu felaketin nedeni hakkında üç ayrı teori öne sürülmektedir.
Bunlardan ilki, uzaydan gelen çok büyük bir meteorun, dünyanın güneş yörüngesindeki ekseninde dahi sapmaya yol açacak kadar
büyük bir şiddetle Mu kıtasına çarptığını iddia etmekte. Bu teoriye göre Pasifik çukurunun oluşması ve Mu kıtasından bu
denli az belirti kalmasının nedeni bu meteordur. Ancak bu teori, eksendeki sapma nedeniyle Atlantis’in de battığını öne
sürerken, diğer kıtaların bu sapmadan niçin çok fazla etkilenmediklerine açıklık getirmiyor.
İkinci teori ise, James Churchward’ın öne sürdüğü, jeoloik nedenlerle kıtaların batması teorisi. Churchward, Atlantis ve Mu
kıtalarının denizden yükselmelerine, bu kıtaların altındaki büyük gaz kütlelerinin sebep olduğunu ve zamanla bazı
noktalardan yeryüzüne çıkan gazların, içinde bulundukları ceplerin boşalmasına neden olduklarının öne sürüyor. Churchward’a
göre içleri boşalan bu ceplerin üzerindeki topraklar çökmüş ve kıtalar da bu nedenle batmıştır. Ancak İngiliz araştırmacı,
bu olayın iki kıtada birden aynı anda ya da çok kısa aralıklarla nasıl meydana geldiğini izah edemiyor.
Üçüncü teori ise, uygarlık ve teknolojide çok büyük aşamalar kaydeden Mu ve Atlantis’in birbirleriyle savaşmaları ve kendi
sonlarını kendileri hazırlamaları teorisi. Büyük tufandan sadece 12 bin sene, kendi uygarlığımızın başlangıcı olarak kabul
ettiğimiz tarihten itibaren de sadece 6 bin sene sonra atomik güçleri kullanabilecek aşamaya geldiğimiz düşünülürse, en az
70 bin yıl yaşamış olan uygarlıkların bilim ve teknoloji alanlarında da hangi boyutlarda olabilecekleri tasavvur edilebilir.
İnsanoğlunun hırsının geçmiş dönemlerde bugünkünden daha az olduğunu düşünmek için hiçbir sebep bulunmamaktadır. Dünya
hakimiyetini sağlamak için aynı düzeydeki iki kuvvetin çekişmesine sadece günümüzde rastlanabileceğini iddia etmek komik
olur.
Bazı eski Tibet, Maya, Hindu belgeleri ile, Tevrat gibi Ortadoğu dini kitaplarında, bu iki uygarlık arasındaki savaşta
kullanılan silahlar hakkında, efsane ile karışmış nitelikte çeşitli bilgiler günümüze kadar ulaşmıştır. İşte bu atomik, ve
bugünkü teknolojimizin henüz bulamadığı, bilinmeyen daha güçlü bazı silahların topyekün kullanımı, iki kıtanın karşılıklı
olarak aynı anda batmasına ve kutup buzullarını dahi eritecek bir sıcaklık şoku ile dev dalgaların oluşmasına neden
olmuştur. Dev dalgalar tüm dünyayı kaplarken, sadece çok yüksek bölgeler ve her iki felaket noktasına da hemen hemen aynı
uzaklıkta bulunan ve Akdeniz, Karadeniz, Kızıldeniz gibi nispeten kapalı bir denizin iç kesimlerinde olan yerler sel
sularından daha az etkilenmiştir. Nitekim, Nuh efsanesi ve benzeri efsanelerde görüldüğü gibi, kimi insanlar basit tahtadan
teknelere binerek dahi, bu büyük felaketi atlatabilmişlerdir.
Ancak, tufan sonrasında uygarlıkta gerileme kaçınılmaz olmuştur. Tibet, Maya, Mısır ve Mezopotamya’da tufanın nispeten daha
az etkili olması, buralardaki uygarlıkların belli bir düzeyde varlıklarını sürdürmelerini sağlarken, dünyanın büyük bir
bölümünde korkunç bir gerileme yaşanmıştır. Buralarda, boğulmaktan her nasılsa kurtulmuş olanlar taş devrine geri
dönmüşlerdir. İşte günümüz bilminin 5-6 bin yıl önce yaşandığını iddia ettiği taş devrinin altında yatan gerçek, bu
gerilemedir.
Öte yandan, güneşten uzaklaşan gezegenlerin soğuması gibi, ana ışık kaynağından yoksun kalan, ayakta kalabilen tüm kardeşlik
örgütleri ve dini öğreti okulları da benzeri bir gerilemenin içine girmiş ve giderek yozlaşmışlardır. Bu yozlaşmayı nispeten
yavaşlatabilen Tibet, Mısır ve Babil gibi merkezler ise bugünkü uygarlığın beşiği olmuşlardır.
Günümüz Mısırologları Gize’deki Keops, Kefren ve Mikerinos piramitlerinin yapım tarihi olarak M.Ö. 3.000 yıllarını verirler.
Ancak, bu tarih kesin değildir ve bazı uzmanlar bu pramitlerin söz konusu tarihten çok daha önce yapılmış olabileceklerini
kabul etmektedirler (2).
Sadece Keops piramidinin yapımında 2 milyon 600 bin adet dev blok taş kullanılmıştır. Bu dev bloklar yüzlerce mil ötedeki
taş ocaklarından çıkartılmış, yüzeyleri pürüzsüz denecek ölçüde düzeltilmiş, yapı alanına kadar taşınmış ve burada
metrelerce yükseğe çıkartılarak birbirlerine birleştirilmiştir (3). Bu, 3 bin yıl önceki teknoloji ile nasıl mümkün
olmuştur? Uzmanlar, günümüz teknolojisini kullanarak dahi böyle bir yapının en az bir yüzyılda bitirilebileceğini
söylemektedirler.
Gerçekte, bu üç büyük piramit tufan öncesi teknolojisi kullanılarak, Hermes rahipleri tarafından inşa edilmiştir ve bugün
sanıldığı gibi sadece birer firavun mezarı değildirler. Firavun mezarları olmalarının yanısıra piramitlerin asıl işlevleri,
inisiasyon törenlerinin yapıldığı birer mabet olmalarıdır. Tufan sonrasında yapılmış olan ve ilk üçüne kıyasla çok daha
küçük ve basit, adeta çocukça birer taklit niteliğinde olan diğer piramitlerin yegane işlevi ise firavun mezarları
olmalarıdır.
Yunanlı tarihçi Heredot, ilk üç piramidin ve sfenks gibi birçok gizemli eserin Tufan öncesinde yapıldığını doğruluyor (4).
Mısırlı rahipler Heredota, bu piramitlerin tufandan önce Mısır’ı yöneten firavun Surid döneminde, Hermes rahiplerinin
“üstadlık sırlarını” daha sonraki nesillere ulaştırmak amacıyla inşa ettiklerini ve aradan 341 nesil geçtiğini
söylemişlerdir. Mısırlı rahiplerin verdiği bilgiler doğrulsunda yapılan kabaca bir hesaplama piramitlerin günümüzden en
azından 12-13 bin yıl önce yapıldıklarını ortaya koymaktadır.
Bu üç piramitten özellikle Keops piramidi ile ilgili bulgular, bu primamidin çok özel bir yapı olduğunu ve bulunduğu noktaya
da özellikle yerleştirildiğini gösteriyor. Piramidin yapımında kullanılan ölçüler, binlerce yıldan bu yana matematik ve
geometri bilimlerini kullanan büyük mimarların eseri olduğunun ispatı niteliğinde.
Edouard Schure’nin, inisiasyon törenleri için özel inşa edildiğini söylediği (5) Keops piramidinin yüksekliğinin 1 milyon
ile çarpımı, dünyanın güneşten yaklaşık uzaklığı olan 149 milyon kilometreyi vermektedir. Piramidin tam uç noktasından geçen
meridyen, kara ve denizleri iki eşit parçaya böler. Keops aynı zamanda 30. paralel üzerindedir ve bulunduğu nokta, dünyanın
diğer gizemli noktaları ile büyük bir uyum içinde birleşir. Piramitin tepesinden doğuya uzatılan dümdüz bir çizgi, Tibet’in
basketi Lhassa’ya ulaşır. Bu noktadan 60 derecelik bir açıyla dönüldüğünde Atlantik okyanusuna, yani batık kıta Atlantis’e
varılır. Yine bir 60 derece dönüldüğünde ise ulaşılan yer, Yukatan yarımadasındaki Maya piramitleridir (6).
Hermes müridlerince inşa edildiği bu denli açık olan Keops piramidinin içinde varlığı saptanan çeşitli odalar, bunların ateş
ve ölüm odaları olarak törenlerde kullanmadıklarını ortaya koymaktadır.
Keops piramidindeki bu gizemli mabetten kimler geçmedi ki? Musa, Örfe, Pisagor, Eflatun ve niceleri…
Hermes ve onun devamı olan başrahiplerin yönetimindeki Mısır, Ezoterik doktrinin barınağı ve okulu olageldi. Yönetici
firavunların aynı Mu’da ve Atlantis’de olduğu gibi inisiye edildikleri ve rahipler örgütünün sembolik lideri oldukları
Mısır’da Ezoterik sırlar da, bu güçlü örgütlenme sayesinde rahatlıkla korunabildi. Tüm rahipler, Sırların dışarı çıkmaması
ve öğretinin yozlaşmaması için ketumiyet yemini ederlerdi. Yemine titizlikle uyulmasını sağlamak için en küçük sırrı dahi
ifşa edenlerin derhal öldürülmesi cezası konmuştu.
Bu arada, ilk örgütlenmelerinin Mu ve Atlantis kıtalarında başladığı sanılan çeşitli mesleki kuruluşlar ve özellikle de
inşaat loncaları, piramitlerin ve diğer mabetlerin yapımında aktif rol oynadılar. Mısır’daki bu loncaların devamı
niteliğinde olan Yahudi loncalarının Süleyman Mabedi’nin inşasında oynadıkları rol daha yakından tanınmaktadır.
Mısır Ölüler Kitabı’nda anlatıldığına göre (7), inisiye edilmeyi isteyen rahip adayı, gözleri bağlanarak, önünde Osiris’in
dişil ifadesi olan İsis’in yüzü örtülü bir heykelinin bulunduğu bir mabedin kapısına getiriliyordu. Burada adaya, İsis’in
yüzünü şimdiye kadar hiçbir inisiye olmamışın göremediği belirtiliyor ve dönmesi için halen şansı olduğu söyleniyordu.
Adaya, eğer bir zaaf sonucu ya da menfaat beklentisi ile geldiyse, bulacağı şeyin çıldırma ya da ölüm olacağı açıklanıyordu.
Mabedin kapısında, biri kırmızı, diğeri siyah iki sütün vardı. Kırmızı sütun Osiris’in nuruna ulaşma şansını, siyah sütun
ise ölümü simgelemekteydi.
Aday mabetten içeri girme konusunda ısrarlıysa rehberi onu dış avluya götürüyor ve gözlerini açtıktan sonra oradaki
görevlileri teslim ediyordu. Burada bir hafta kadar kalan aday, basit ruh arındırma işlemleri uyguluyordu.
Sınav akşamı aday, iki çırak rahip tarafından alınıyor ve içinde bir dizi heykel ile bir mumya ve bir iskeletin yer aldığı
loş bir koridordan geçiriliyordu. Çırak rahipler adaya halen geri dönme şansı olduğunu söylüyorlar, aday ilerlemekte ısrarlı
ise onu duvardaki çok dar bir delikten içeri sokuyorlardı. İçinden ancak bir kişinin sürünerek geçebileceği bu geçit Osiris
tapınağının, yani büyük piramitin giriş kapısıydı. Bu kapıdan içeri giren hiçbir zaman geri dönemezdi. Ya başarmak ya da yok
olmak zorundaydı.
Aday bu geçitte zorlukla ilerlerken derinlerden gelen bir ses, “bilim ve kudrete göz diken akılsızlar burada telef olurlar”
diye uyarılarda bulunuyordu. Geçit giderek dik bir yokuş halini alıyordu. Yolun sonunda aday kendisini, dibi görünmeyen bir
kuyununun başında bulundu.
Adayın buradan yegane kurtuluş şansı, tam başının üstünde bulunan ve zorlukla seçilebilen dik bir merdivendi. Kuyuya
düşmeyen veya ne yapacağını bilmeyerek orada aciz kalmayan adaylar merdiveni tırmanırlar ve kendilerini dev heykellerin
bulunduğu geniş bir salonda bulurlardı.
Burada adayı, “Kutsal Semboller Muhafızı” adı verilen görevli rahip karşılar ve birinci sınavı başarıyla tamamladığı için
kendisini kutlardı. Bu salonda yer alan 22 dev heykelin altında 22 temel sırrı ifade eden aynı sayıdaki harfler ile bunların
sayısal sembolleri vardı. Bunlardan 1 sayısı ve “A” harfinin, Tanrının ve onun yeryüzündeki en yüksek ifadesi olan insanın
sembolü olduğunu öğrenen adaya diğer sırlar da sırasıyla verilirdi.
Bu mabetteki tüm sırları öğrenen aday daha sonra, merkezi ateş odasına götürülürdü. Bu odada dev alevlerin olduğunu gören
adayda doğan tereddütü rehberi, bir zamanlar kendisinin de aynı alevlerden geçmiş olduğunu söyleyerek giderirdi. Alevlerin
arasına dalan aday, bunların gerçek alevler olmadığını, bir göz yanılgısı olduğunu görürdü. Ateş sınavını su sınavı izler,
aday çok karanlık ve içinde derin çukurların bulunduğu bir su birikintisinden ürpertiler içinde, boğulmadan geçmeye
çalışırdı.
Bu sınavı da başarıyla tamamlayan adayı iki görevli rahip karşılar ve içinde rahat bir yatağın bulunduğu bir odaya
bırakırlardı. Burada aday, derinden gelen rahatlatıcı bir müzik sesinin de etkisiyle kendinden geçerdi. Aday uyandığı zaman
karşısında, çırılçıplak ve çok güzel bir kadının durduğunu görürdü. Kadın, adaya içki sunar ve kendisinin sınavları
başarıyla geçenlere sunulan bir ödül olduğunu söylerdi. Aday, kadının bu sözlerine kanıp da kendisiyle cinsel temasta
bulunursa, az önce içmiş olduğu içkinin içinde bulunan uyku ilacının etkisiyle uyur ve uyandığında yanlız olduğunu görürdü.
Kısa bir süre sonra odaya, mabedin baş rahibi girer ve adaya, daha önceki sınavlardan başarıyla geçmiş olmasına rağmen
kendisini yenmeyi başaramadığını, nefsine hakim olmayı bilmeyen bir kimsenin duygularına esir olacağını ve karanlık içinde
yaşamaya mahkum olduğunu söylerdi. Bu adaylar bir daha çıkmamacasına bu küçük odalarda hapis hayatı yaşarlardı.
Ancak aday içkiyi ve kadını reddederse, ellerinde meşaleler ile 12 görevli rahip kendisini alır, baş rahibin ve görevliler
kurulunun beklediği, siyah ve beyaz taşlarla döşeli Osiris Mabedi’ne götürürlerdi. Burada Osiris’i simgeleyen bir heykel
ile, onun eşi olarak kabul edilen ve kucağında oğlu Horus bulunan İsis’in bir heykeli vardı. Başrahip adaya, burada göreceği
tüm sırları hayatı pahasına saklayacağına dair yemin ettirir ve onu, kardeş rahip olarak ilan ederdi.
Böylece aday, çırak rahip unvanını alırdı. Ancak önünde, çok uzun bir öğrenme dönemi vardı. Çıraklık süresi kişiden kişiye
değişirdi. Bir çırak ancak, rehberi olan üstad rahibin kararı ile üst dereceye geçme hakkına sahip olabilirdi. Yıllarca
sürebilen bu dönemde çırak, rehber üstadından sürekli ders alır ve hücresinde meditasyon yapardı. Bu uzun bekleme döneminde
çırağın görevi bilmek değil, öğrenmekti. Devamlı gözaltında tutulan, sert kurallara büyük bir disiplin içinde uyan ve
sürekli itaat eden çırak yavaş yavaş kendisinde bir başkalaşım hissederdi. Çıraktaki başkalaşımı kendisi de gözlemleyen
rehberi, zamanın geldiğine karar verir ve hakikatin yakında ifşa edileceği müjdesini verirdi. Başrahip çırağa, hakikatin
nuruna ulaşması için ölmesi ve yeniden doğması gerektiğini, aksi takdirde Osiris’in yüce meclisine kimsenin katılmayacağını
söylerdi.
Çırak, “kendimi feda etmeye hazırım” cevabını verirse, görevliler tarafından, içinde bir köşede açık bir mezarın bulunduğu
“yeniden doğuş odası”na götürürlerdi.
Başrahip burada, ölümün herkes için olduğunu ancak her canlının da yeniden doğacağını söyleyerek çırağı mermer mezarın içine
sokar ve kapağını da kapatırdı. Mutlak karanlık içinde kendisiyle başbaşa kalan çırak, mezarda ne kadar kaldığını bir süre
sonra algılayamaz hale gelirdi. Gerçekte sadece bir gece mezarda kalan çırağa bu süre çok daha uzunmuş gibi gelirdi. Çırak
ancak sabaha karşı başının hemen üstünde küçük bir deliğin olduğunu farkederdi. Beş köşeli yıldız şeklindeki bu delik
öylesine ayarlanmıştı ki, sabah olunca Seher yıldızı “Sotis”in ışığı tam bu deliğe vuruyor ve onun pırıl pırıl parlamasına
neden oluyordu. Bu yıldız, çırağa Tanrının varlığının ispatı ve Hakikatin Nuru gibi görünürdü.
Işığın yavaş yavaş azalmaya yüz tuttuğu anda mezar kapağı açılır ve baş rahip çırağa müjdeyi verirdi; “Sen dün akşam öldün
ve Osiris’in ışığını görerek yeniden doğdun. Artık, büyük sırlarımızı öğrenmeye hak kazanan bir inisiye kardeşimizsin”…
Bu açıklamadan sonra yeni üstad rahip, “büyük doğu” denilen ve tüm üstad rahiplerin hazır bulundukları geniş bir salona
götürülür, tören burada devam ederdi. Kapı, içeri girenlerin başlarını eğmelerini gerektirecek kadar alçaktı. Doğuda, baş
rahibin kürsüsünün hemen üstünde, bir eşkenar üçgenin ortasındaki gözün içinden çıkan, kaynağı belli olmayan güçlü bir ışık
bulunurdu. Bu sembole, herşeyi gören Osiris’in gözü adı verilirdi (8).
“Hyorofan” adı da verilen baş rahip bu aşamada şöyle konuşurdu:
“Bu noktaya kadar gelmeyi başaran sen, büyük sırların da eşiğine dayanmış oldun. Bundan önce sana verilen sırlar küçük
sırlar, yani İsis’in sırlarıydı. Şimdi ise, büyük sırları, yani Osiris’in sırlarını elde edeceksin.
Tanrı Osiris, kendisi, karısı İsis ve onların oğlu olan Horus’dan oluşan bir üçlemedir. Osiris, yaşamın kendisinden doğduğu
kutsal babayı, İsis onun dişil ve üretken yanını, Horus ise İlahi Kelam ve maddi alemi remzeder. Tanrı bir bütündür ve
tektir. Bu üç kişilik bölünme zaafın değil, mükemmelliğin ifadesidir.
Bu Yüce Varlıktan çıkan insanlar da birer ölümlü Tanrıdır. Yüce Tanrıya ulaşmalarına çok az kalan Kamil İnsanlar ise,
ölümsüz insanlardır. İlahi düzende hiçbir şey küçük olmadığı gibi, hiçbir şey de büyük değildir. Ne mutlu bu sözleri
anlayabilene. Çünkü bunları anlamak demek, yüce sırlara sahip olmak demektir. Bu sırları kalbine göm ve onu ancak kendi
eserlerinde ifşa et”…
Bu sözlerden sonra yeni üstada, özel üstad kıyafeti giydirilir ve yemin ettirilirdi. Eğer yeni üstad Mısırlı ise yönetici
rahip olarak mabette görev yapar, yabancı uyrukluysa da, din kurmak veya kendisine verilecek başka bir görevi yerine
getirmek üzere ülkesine gönderilirdi. Ancak bu tür inisiyelere, ayrılmadan önce, mabedin sırlarını inisiye edilmeyenlere
vermeyeceklerine dair bir kez daha ketumiyet yemini ettirilirdi. Aksine davrananlara, nerede olurlarsa olsunlar kendilerini
ölümün beklediği hatırlatılırdı.
Kendisi de bir inisiye üstad rahip olan Musa’nın (9), öğretisinde mutlak gerçeği açıklayamamasının ve doktrinini ancak üç
kat sır perdesi altında ifşa etmesinin arkasında yatan neden bu ketumiyet yeminidir. Musa, kuşkusuz ölüm korkusuyla değil,
bir Kamil üstadın ettiği yeminden dönmesinin şerefsizlik olacağı bilinciyle bu şekilde davranmak zorunda kalmıştır. Kaldı
ki, Musa öğretisini, tüm gerçekliği ile açıklayamayacağının da farkında idi. Ezoterik öğretiye ne denli yakın olurlarsa
olsunlar, yine de bu konularda nispeten cahil olan müridlerine, dinini öğretebilmek için tüm söylemlerini basitleştirmek
zorundaydı.
Kaynakça
1- SANTESSON Hans Stephan -“Batık Ülke Mu Uygarlığı” – RM Yayınlan-İstanbul 1989 SF. 91.
2- SCHURE Edouard – “Büyük İnisiyeler” – RM Yayınları – İstanbul 1989 – Sf 172
3- SCOGNAMILLO Geovanni – “Dünyamızın Gizli Sahipleri” – Koza Yayınları – İstanbul 1973 – Sf. 38
4- VON DANIKEN Erich, “Tanrıların Arabaları” – Milliyet Yayınları – İstanbul 1973 – Sf. 147
5-SCHURE E. – İe – Sf. 178
6- VON DANİKEN E. – İe – Sf. 133
7-SCHURE E. – İe – Sf. 180
8- SANTESSON H.S. – İe – Sf. 117
9- BİLİM ARAŞTIRMA GRUBU – “MU, Tarih Öncesi Evrensel Uygarlık” -Bilim Araştırma Merkezi Yayınları – İstanbul 1978 – Sf. 61
(62)