Kaynak : EZOTERİK – BATINİ DOKTRİNLER TARİHİ
Cihangir Gener
VIII. BÖLÜM
İSLAMİYET VE BATINİLER
İslamiyetin doğuşunda Ezoterik öğretinin etkisi, ayrı bir çalışmanın konusu olacak kadar geniş kapsamlı bir incelemeyi
gerektirmektedir. Bu nedenle, bu çalışma çerçevesinde ancak özet bilgiler vermekle yetinmek zorundayız.
Musa ve Yahudi Ezoterizmini incelerken, Mezopotamya’da ve özellikle Harran ovasında yaşayan Saabi inançlı kavimin bir
bölümünün, liderleri İbrahim komutasında çeşitli sebeplerden ötürü göç ettiklerini ve göç edenlerin Mısır’a yerleştiklerini
görmüştük. İbrahim’in bir cariyeden olma oğlu İsmail ve yanındaki küçük bir grup, İbrahim’in karısı Sarah’ın büyük tepkisi
nedeniyle ana gruptan uzaklaştırıldılar. Sarah, kavimin liderliğinin varisi olarak sadece öz oğlu İshak’ın kalmasını ve
İsmail’in gelecekte tahtta hak iddia edememesini sağlamak için, İsmail ve beraberindekileri uzak Arabistan çöllerine sürgün
göndertti.
Saabi inançlı olan İsmail, Arabistan yarımadasının güney ucuna yerleşti ve burada Yemen Sabaaları devletinin ilk nüvesini
oluşturdu. Kısa sürede Arap yarımadasının önemli bir bölümünü kontrolü altına alan bu kavimin yoğun çalışmaları sonucunda
barajlar ve su yolları yapıldı. Çöl, yeşile dönüştürüldü ve bir güneş kültü niteliğindeki Saabi inancının gereği olan pekçok
tapınak inşa edildi. İşte Kabe de bu tapınaklardan birisi, Güneş’e atfen yapılmış olması nedeniyle, belki de en önemlisiydi.
İslam peygamberi Muhammed’in ailesi, kuşaklar boyu bu Güneş mabedinin, Kabe’nin yönetimini elinde tutan rahiplerdi. Zaman
içerisinde Kabe’nin içine pekçok kavimin putları dolsa da, Muhammed’in ailesine ve savundukları dini inanca, tek Tanrı
inanırları anlamına gelen “Hanif Din” inanırları deniyordu.
İslamiyet’in, kutsal kitabı Kuran dışındaki en önemli kanun koyucusu, Hanif dinin uygulanmakta olan ilkeleriydi. İşte bu
nedenle, zaman içerisinde çok farklılaşmış olsa da, ilk kaynağın Ezoterik olması nedeniyle İslamiyet’te de bu öğretinin
izlerine sıkça ratlanır.
İslamiyetin Ezoterik öğreti ile ikinci karşılaşması, Mısır’ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. İslamiyet’in
Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu’ya yayılmaya başladığı sırada Mısır’da halkın bir bölümü Hristiyan, bir miktarı
Yahudi ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Gerçi Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs’e
geçmişlerdi ancak Ezoterik doktrin varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu. Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye’deki Yeni
Eflatuncu İskenderiye Okulu idi.
Uzun zamandır güçlü bir devlet yapısından uzak olan Mısır, muazzam İslam orduları karşısında fazlaca direnmeden teslim oldu.
Halka iki seçenek tanındı, “ya Müslüman olun ya da kılıçtan geçerilmeye rıza gösterin”… Onların Hristiyanlar ya da
Yahudiler gibi kendi dinlerini koruma lüksleri yoktu. Çünkü Müslümanların gözünde Tanrı yoluna döndürülmesi gereken
putperest kafirlerdi. Başka çareleri yoktu, Müslüman oldular (1).
Halife Ömer döneminde fethedilen Mısır’da Müslümanların ilk işi İskenderiye okulunu dağıtmak ve bu okulca asırlar boyunca
toplanmış olan o muhteşem İskenderiye kitaplığını yakmak oldu. Okulun üyesi filozofların yapabilecekleri tek şey vardı.
Müslüman gibi görünerek, öğretilerine İslami bir kılıf geçirmek. Bunun için filozoflar, İslamiyetin içindeki muhalefetten
yararlandılar ve böylece, İslamın katı kurallarından bir nebze sıyrılmayı başardılar. Hilafet iddiaları nedeniyle Ömer’in
karşısında olan peygamberin damadı Ali’nin yanını tuttular. Bu filozoflar, Ali yandaşları görünümü altında İslamiyete
bambaşka bir boyut getirdiler (2). Alevilik olarak adlandırılan bu mezhebin bünyesinde, İslam dininin önerdiği anlam
değişti. Yaradana tapınma olgusu yerini, Tanrı-evren-insan üçlemesinden oluşan varlık birliğine bıraktı. Sünni ortodoks
Müslümanlar bu durumu derhal sapkınlık olarak nitelenirdi. Ama yapabilecekleri birşey yoktu. Karşılarındakiler, peygamberin
damadının yandaşıydılar ve hepsi de görünüşte Müslümandılar.
Bu inanış biçimi Arapların zorla Müslüman yaptığı halklar arasında öyle yayıldı ki, Şiilik-Alevilik adı altında, birbirine
hiç benzemeyen Zerdüşt İranlılar, Mısır’lı Fatımiler, Şamanist Türkler aynı çatı altına toplandılar. Hepsinin de Ali yanlısı
görünmesine karşın Şiiliğin Alevilikle, Batınilikle ve Dürzilikle benzeşmemesinin altında yatan gerçek budur. Zerdüşt
yanlıları, kendi dinlerinin birçok normunu koruyarak Şii, Şamanist Türkler Alevi ve Mısır’lılar ile Ali’yi savunan diğer
bazı Arap kavimlerinin bugünlerdeki ardılları da Dürzi ya da diğer bazı Batıni mezheplerin üyeleri olmuşlardır.
Şamanist Türklerin İslamiyet’deki rolünü daha sonra incelemek üzere, Mısır’a geri dönelim.
İslamiyeti kabul eder görünen İskenderiye okulu mensupları derhal Yunanlı filozofların ve özellikle de Pisagor ve Eflatun’un
eserlerini yaymaya başladılar. Kuran’daki bazı deyişlerden faydalanmasını iyi bilen filozoflar, “Tanrının sıfatlarından
birisi de Alim’dir. Bu yüzden Tanrıya en yakın kişiler bilginlerdir” diyerek, kendilerine bir koruma kalkanı kurdular ve
öğretilerini bu hüviyetleri çevçevesinde daha da rahat yayma fırsatı buldular. Bu filozoflardan Veysel Karani öyle bir
mertebeye yükseltildi ki, onun peygamberin öğretmeni olduğu söylentisi dahi çıktı (3).
Yeni Eflatuncu filozofların etkileri kuşaktan kuşağa yayılarak sürdü. Onların görüşlerinden etkilenen birçok kişi ve mezhep
oldu. Filozoflar bu akıma Tasavvuf, kendilerine de Sufi adını verdiler. Bazı kaynaklar Sufi kelimesinin, bu filozofların
giydiği kıyafetten doğduğunu öne sürmektedir. Ancak bu, hem zamanın en güçlü bilginleri olan filozofları küçük düşürmek hem
de Ezoterik öğretiyi küçümsemek için Sünni Müslümanlarca uydurulmuştur. Sufilerin isminin, Suf adı verilen giysiden geldiği
iddiası tamamen geçersizdir. Bugüne kadar hangi felsefi ekol, müridlerinin giydiği elbisenin adını almıştır?
Aksine Sufi kelimesi, bu düşünce akımının kaynağının Yunan felsefesi olduğunun, köklerinin Pisagor ve Eflatun’da
bulunduğunun delilidir. Yunanca’da Sofos kelimesi, Akıl-Hikmet veya Bilgelik anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen sufi
kelimesi de İskenderiye okulu yandaşlarınca, bu anlamları nedeniyle seçilmiştir (4). Bu arada, filozof ve felsefe sözcükleri
de aynı kökten türetilmiştir. Bu kelimeler, Yunancada sevgi ve güzellik anlamına gelen “Pilos” ile Sofos’un birleşiminden
doğmuştur. Diğer bir deyişle felsefe, akıl ve hikmetin önderliğindeki güzellik ve sevgidir.
Ayrıca Yunanistan’da, çok akıllı ve bilgili olduklarını göstermek için kendilerine “Sofistler” diyen bir grubun aslında çok
tutucu ve hatta bağnaz kişiler olması, bir başka kelimenin, “Sofuluğun” doğmasına yol açmıştır. Sofu, hemen her dinde aşırı
bağnazlara verilen ad olmuştur.
Mısır’da bu gelişmeler olur ve Sufilik tüm İslam alemine yayılırken, İran’da İslamiyet’e karşı bir başka tepki kaynağı
ortaya çıktı. O dönemde İran’da Zerdüşt inanırlarının yanısıra, Yuanna İnciline inanan ve “Sen Jan Babtist” Hristiyanları
denilen bir grup yaşıyordu (5). Müslüman istilacılar, kendilerine karşı çıkan İran kökenli grupların hepsine birden
“Hariciler” adını verdiler. İslama karşı gelenler anlamına gelen Hariciler, ve özellikle de Sen Jan Babtist Hristiyanları
zamanla İslamiyeti kabul eder göründülerse de, İran’da yayılan İsmaililiğin ve 10. yüzyılda ortaya çıkan Mutezile akımının
önde gelen bir kaynağı oldular.
Hariciler, İslamiyete inanır görünürlerse de, Muhammed’in kutsal kelam olduğunu, diğer bir deyişle İsa’nın bir yeniden
doğuşu olduğunu savunurlardı. Kutup yıldızını uhuliyetin simgesi olarak gören ve “Nubuka” adını verdikleri bir Tanrı
üçlemesine tapınan Hariciler Pisagor’un üçyüzler meclisini andırır şekilde, üçyüz rahipten oluşan ve “Ahyar” adı verilen bir
meclis tarafından yönetilirlerdi. Ahyar’ın içinden seçilen yedi kişilik hükümete de “Abrar” denilirdi.
Sufiler, Mısır’ın yanısıra Mezopotamya’da da son derece etkiliydiler. Eski Babil okulunu andırır biçimde Basra’da çok güçlü
bir sufi merkezi, “İhvan-ı Sefa” oluşmuştu (6). Gizli dernekler haline getirdikleri tarikatlarda biraraya gelen sufiler
Bağdat’da da aynı merkezi kurdular. Abbasiler döneminde Bağdat’ın İslam dünyasının başkenti haline gelmesi, sufiliğin de tüm
Müslüman dünyasında yaygınlaşmasına neden oldu. Sufi önde gelenlerinin üyesi bulunduğu Karamiler mezhebi (7), İskenderiye,
Kahire, Bağdat, Basra’nın yanısıra, Kudüs’de, Türkistan’ın birçok kentinde ve Gazze sultanlığının hemen her köşesinde tekke
kurdu. İslamiyetin katı ortodoks Sünni taraftarlarına karşı Sufiler son derece akılcı ve gizli bir savaş sürdürürken,
Sünnilerin karşısına açıkça çıkan Şii’ler bir süre sonra yenilmekten kurtulamadılar. Buna karşın, Emevilerin saltanatları
sırasında uyguladıkları baskı ve zulüm, zoraki müslümanların Sünnilere karşı nefretlerinin içten içe sürmesine neden
olmuştu. Bu nefret, İsmaili ve Fatimi ayaklanmaları ile doruk noktasına ulaştı.
Ali’nin iki oğlunun ve pekçok yandaşının Kerbela’da öldürülmelerinden sonra, sağ kalan tek torunu Zeynelabidin’in ve onun
soyundan gelenlerin Şii mezhebi inanırlarına İmam olmalarını Sünni yöneticiler kabul ettiler. Ancak bunu, Şiileri kontrol
altında tutabilmek için yapıyorlardı ve İmamların hepsi sadece birer kuklaydı. “İsmaililer”, İmam Cafer Sadık’ın oğlu
İsmail’in imamlığını kabul eden Karamilere verilen ad oldu. Öte yandan köklerini, peygamberin Sünnilerce öldürülen kızı,
Ali’nin karısı Fatma’ya kadar götürmeleri nedeniyle de Mısırlı Karamilere “Fatımiler” adı verildi (8).
İsmaililerin hedefi, filozof Farabi’nin deyimi ile, “gerçek akıl devletini, kardeşliğe ve eşitliğe dayanan bir cumhuriyeti
kurmaktı”. İmam İsmail’in ölüm yılı M.S. 760 olduğuna göre, İsmaili mezhebinin de bu tarihlerde kurulduğu sanılıyor. Ancak,
7 dereceli inisiasyona dayanan İsmaili örgütlenmesine, İsmaili Şeyh El Cebel’i, Meymun oğlu Abdullah döneminde başlandığı
biliniyor (9).
İlk İsmaili devleti, M.S. 874’de Hamat Karmat tarafından, İran körfezinin güneyindeki Lasha’da kuruldu (10). Yaklaşık 150
yıl kadar varlığını sürdüren bu devlet tamamiyle laikti. Lasha’da oruç tutulmaz, namaz kılınmazdı ve bir tek bile cami
yoktu. Karmatiler adı verilen ve bir meclis tarafından yönetilen bu devletin orduları M.S. 929’da Mekke’yi işgal etti ve
Kabe’deki kutsal kara taş “Haceri Esved”i alarak Lasha’ya götürdü. Bu arada mezhebin ortadoğuya yayılmış diğer kollan da boş
durmuyor, başta Bağdat olmak üzere tüm büyük İslam kentlerinde gizli İhvan-ı Sefa dernekleri halinde örgütleniyorlardı.
Karmatlar bir süre sonra Bağdat ve tüm Mezopotamyayı kontrol eder hale geldiler. Bağdat’daki halife tam anlamıyla bir
kuklaya dönüşmüştü ve ipleri de Lasha’daydı. Mutezile akımının Bağdat’ta ortaya çıkışı işte böyle bir ortamda gerçekleşti (11). Sünni İslami otoritenin yokluğundan faydalanan sufiler her türlü dini ve siyasi fikri tartışır hale geldiler. Öyle ki,
Müslüman topraklarında Tanrının varlığı dahi ilk kez tartışılabildi. 10. yüzyılda, Bağdat hilafeti, yönetimi laikleştirmek
zorunda kaldı. Halifeler, teokratik birçok ayrıcalıklarının yanısıra, örneğin Cuma namazında adlarına hutbe okutmaktan bile
vazgeçtiler. Namaz kılma, oruç, haç gibi ibadet zorunlulukları kaldırıldı. Alkollü içkilerin satışı serbest bırakıldı ve
hatta domuz etinin satılmasına izin verildi. Bu arada, kadınların da erkekler ile eşit olduğu kabul edildi.
Karmatlar, Bağdat hilafetinin ricası üzerine, Haceri Esved’i Kabe’deki eski yerine koymayı kabul ettiler. Bağdat’da yönetim
“Ümera” denilen, İhvan-ı Sefa derneklerine dayanan sufilerin elindeydi (12). İslamiyetin başkentindeki bu özgür ortam,
İran’dan Türkistan’a ve Endülüs’e kadar birçok yerde yankılarını buldu. Bu dönemde, “Dinlerin Eleştirisi” ve “Peygamberlerin
Aldatıcılığı” adları altında felsefi eserlerin yayınlanması dahi mümkün oldu.
M.S. 909’da, İsmaili inançlı bir başka devlet, Fatimiler Mısır’da kuruldu. Karmetiler gibi Fatimiler de, İsmaililiğin 6.
derecesine sahip kardeşlerden kurulu bir meclis tarafından yönetiliyordu. Bu meclislerin başında 7. dereceye sahip İsmaili
şeyhleri, devlet başkanı konumunda yer alıyorlardı.
Fatimiler, Mısırlı eski sanatkar loncalarını ihya ettiler ve yeni bir örgütlenme ile loncaları kalkındırdılar. “İzciler”
anlamına gelen “Fütüvve” adı altında, genç İsmaili sanatkarlardan kurulu muazzam bir askeri güç oluşturuldu (13). Diğer tüm
Batıni örgütlenmelerde olduğu gibi Fütüvve’de de derecelere dayalı bir sistem esastı. Toplam 9 dereceden oluşan Fütüvve
teşkilatının ilk derecesi Nazil, ikincisi Tim Tarik, üçüncüsü Meyan Beste derecesi idi. 4. derece Nakip Vekili, 5. derece
Nakip ve 6. derece de Baş Nakip dereceleriydi ki, bu derece müntesiplerinin en önemli görevleri askeri örgütlenmeyi
düzenlemek ve her türlü töreni yürütmekti. 7. derece saliklerine kardeş anlamına gelen “Ahi” adı verilirdi. Türkler arasında
yaygınlaşan Fütüvvenin yan kuruluşu Ahiliğin, adını bu kaynaktan aldığı sanılmaktadır. Fütüvve içinde Ahi’lerin görevleri
şeyh yardımcılığı mertebesindeydi. 8. derece, herbiri kendi teşkilatının başında olan şeyhlerin derecesiydi. 9. derece ise,
tıpkı İsmaili örgütlenmesinde olduğu gibi sadece bir tek kişiye, şeyhlerin şeyhine verilirdi. Tüm Fütüvve teşkilatının
lideri olan ve sadece devlet başkanı konumundaki Şeyh el Cebel’e karşı sorumlu olan bu kişinin unvanı “Şeyhüssüyun” idi.
Fütüvvenin, o sıralarda giderek güçlenen Sünni inançlı Selçuklulara karşı koyabilecek bir kuvvet olması amaçlanmıştı. Bu
kuruluş daha sonra, Selahattin Eyyubi döneminde Sünni Müslümanlarca da benimsendi ve aynı adlı örgütlenmeyi Sünniler de
uyguladı. Yine bu örgüt, Ahilik adını alarak, Türkler arasında yaygınlaştı (14).
İsmaililik’de de, diğer batini inanç kurumları gibi ketumiyet esastı ve yemin işkence altında dahi bozulmazdı. İsmaililik’de
İmamın Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılırdı. İmamlık soydan soya geçerdi ve İmamın söylediği herşey doğru,
yaptığı her hareket haklıydı. Tarikatın lideri olan Şeyh el Cebel (Doğanın şeyhi) İmam soyundan gelmekteydi.
İsmaililik inancına göre gökler ve yerler yedi kattır (15). Bu nedenle tarikatte mükemmelliğe 7. ve sonuncu derece ile
ulaşılır. Bu derecenin sadece Şeyh el Cebel’e verilmesi, onun mükemmelliğine ve Tanrı ile bir olduğu inancına dayanmaktadır.
Diğer İsmaililer en çok 6. dereceye kadar ulaşabilirler. Yani, ancak mükemmelliğe yaklaşabilirler fakat hayattayken onu elde
edemezlerdi.
İsmaililer, Tanrının salt ışık olan yüce bir varlık olduğuna ondan çıkmış olan tüm ruhların yine ona döneceğine inanırlardı.
Onlara göre, 6. dereceye malik olabilmiş kişilerin ruhları ölümden sonra Tanrıya dönme mutluluğuna erişirken, daha düşük
dereceli kardeşlerin ve sıradan insanların ruhları, gövdeden gövdeye geçerek dünyada acı çekmeye devam ederlerdi. İsmaililer
için yeryüzü cehennemin ta kendisiydi. Bu nedenle de, şeyhlerinin emri üzerine kendilerini feda etmekten çekinmezlerdi,
çünkü, daha iyi bir hayata doğacaklarına inanırlardı.
İsmaili öğretisi, ruhun, gövdede bulunduğu süre içinde yaptıklarından sorumlu olduğunu savunmaktadır. İyi bir kişi olarak
yaşanmışsa, bir sonraki hayatta daha üst düzey birisi olarak dünyaya gelinecek ve böylece tüm aşamaların tamamlanması mümkün
olacaktır. Şeriatın iddia ettiği gibi bir öte dünya, cennet veya cehennem yoktur. Cennet de, cehennem de bu dünyadadır.
Yaşamını mutlu geçirmiş kişi cennette, mutsuz kişi ise cehennemdedir. Kuran’da iddia edildiği gibi Tanrının yargılayıcı bir
gücü de bulunmamaktadır. Namaz, oruç, haç, zekat gibi ibadetler gereksizdir. Gerçek inancın gizlenerek, Müslüman görünme
adeti “takkiye”nin ilk uygulayıcıları İsmaililer olmuştur.
İsmaililik, Pisagorculuğun bir nevi devamı gibidir. İsmaililer, 7 sayısının kutsallığının yanısıra, birçok görüşlerini ve bu
arada beyaz kıyafetlerini, Pisagorculuğun, Makedonyalı Büyük İskender’in Mezopotamya’yı işgal ettiği sırada, öğretisinden
son derece etkilenen Saabilikten almışlardır.
İsmaililerin giysileri beyaz tunik üzerine takılan kırmızı kuşaktan ibarettir. Bu giyisi, İsmaililer’den etkilenen Templier
Şövalyelerine geçmiş, onlarda beyaz kıyafet üzerine ilave edilen kırmızı bir haça dönüşmüştür.
İsmaili öğretisi, 7 dereceli bir tekamül zincirini içermektedir. Örgüte üye olmak isteyen aday bir yıl boyunca incelemeye
alınmakta, uygun görülmesi halinde özel bir törenle inisiasyonu yapılmaktaydı. İnisiye edilenlere beyaz elbise giydirilir ve
sonsuz itaat ve ketumiyet yemini ettirilirdi.
Birinci derecenin adı “Müminler” derecesiydi. Bu derecede İslamiyet ve Kuran öğretilirdi. İsmaililer için, semavi bir dini
tam manasıyla tanımayan kişi, bu dinin ötesindeki öğretileri anlayamazdı. Müminler derecesinden ikinci dereceye en erken iki
yılda geçilebilirdi.
İkinci derece sahiplerine “Mükellefler” adı verilirdi. Mükelleflere, İslam dininin yanısıra diğer dinler de öğretilir ve tek
geçerli dinin İslamiyet olmadığı, aksine tüm dinlerin aynı hedefe yöneldikleri gösterilirdi. Mükelleflerden beklenen, dış
dünyada aday olabilecek kişilerle temasa geçmeleri ve onları yanlarına çekmeleriydi. Bu derecede de yükselme süresi iki
seneydi. Daha sonraki derecelerde müridler altıncı dereceye kadar en erken birer sene arayla yükselirlerdi.
Üçüncü derece, “Dai’ler” derecesiydi. Sır saklama ve ketumiyetin öğretildiği bu derecede, müridlere Muhammed ve ondan önceki
yedi peygamberin yaşam ve görüşlerinin yanısıra, tarikatın sırları da yavaş yavaş verilmeye başlanırdı. Marifet kapısı
denilen bu dereceye haiz Dai’ler, tarikata girmek isteyenler hakkında araştırma yapar, haklarında karar verirlerdi.
Dai’lerin bir başka görevi de mezhep hakkında propaganda yapmaktı. “Dai” kelimesi, Arapçada “Çağıran” anlamına gelmektedir.
Dailer, kendilerinden önceki iki dereceli müridlerden sorumluydular ve aralarında kimin yükseleceğine de onlar karar
verirlerdi.
Dördüncü derece “Dai-yi Ekber” yani, Büyük Dai derecesiydi. Dai-yi Ekber derecesini alan müridlere “Baba” da denirdi. Onlar
gerçek kapısından Tarikate girmeye hak kazanmışlardı. Daha sonraki yüzyıllarda Yesevilik’te ve Bektaşilik’te müridlere
verilen “Baba” lakabı İsmaililer’in bu geleneğine dayanmaktadır. Dai-yi Ekber’ler tüm Dai’lerin başı durumundaydılar. Onlar,
Dai’ler kuruluna da başkanlık ederlerdi.
Tarikatın gerçek sırlarının verilmeye başlandığı derece, “Tarikat kapısı” adı verilen beşinci dereceydi. Bu derecede tüm
dinlerin, bu arada İslamiyet’in gereksizliği anlatılır ve saliklerine, “bir yudum emenler” anlamına gelen “Zu Massa”
denilirdi (16).
Hüccet adı verilen ve “Hakikat Kapısı” denilen altıncı derece, bir İsmaili’nin ulaşabileceği son dereceydi. Bu derecede
evrende varolan ikilik, Tanrının üçlü vasfı ve kainatı meydana getiren dört büyük güç gibi Batıni doktrinin en önemli
sırları verilir, tüm peygamberlerin, diğer bütün din kurucular gibi sadece birer Kamil İnsan oldukları öğretilirdi. Tanrısal
nurun “Işık” olduğunun belirtildiği bu derecede ona ulaşmak için derece salikleri ruhlarını arındırmak ve Kamil İnsan
konumuna yükselmekle mükelleftiler. İsmaililer, Tanrıya ancak altıncı derece sahiplerinin mükümmel bir yaşam sürdükten
sonra, öldükleri zaman ulaşabileceklerine inanırlardı.
Yedinci derece en mükümmel dereceydi ve Tanrısal bir niteliği vardı. Bu dereceye sadece, Tanrının yeryüzündeki tezahürü
olduğuna inanılan Şeyh el Cebel (Doğanın şeyhi) sahipti. Tüm İsmaililerin lideri olan şeyhin diğer unvanları da, “Belag-ı
Azam (Kutsal Kelam Üstadı)” ve “Namus-ül Ekber (Büyük Sır Üstadı)” idi.
İsmaililer, Müslüman dünyası üzerindeki etkilerini uzunca süre devam ettirdilerse de, Sünni inançlı Türklerin kontrolü ele
geçirmeleri karşısında giderek gerilediler. Karmeti devletinin yıkılmasından sonra Fatımiler de önce Haçlıların saldırıları,
sonra iç isyanlar ile sarsıldılar ve nihayet, Selahattin Eyyubi komutasındaki Sünni kuvvetlerince tamamen yok edildiler.
Bu gelişmeler karşısında İsmaililer küçük kalelere sığınmak zorunda kaldılar. Bu kalelerin en ünlüsü, Hasan Sabbah’ın
komutasındaki Alamut Kalesiydi. Sabbah ve emrindeki fedaileri, Selçuklu yönetimine karşı sürekli mücadele ettiler ve hem
Arap, hem de Türk Sünni ileri gelenlerinin korkulu rüyası haline geldiler.
Sabbah’ın fedailerinin yaşamları pahasına Sünni liderlerine suikastlar düzenlemeleri, İsmaililer ile ittifak halinde olan
Haçlı Şövalyelerinin ve özellikle de Templier’lerin onlardan büyük ölçüde etkilenmelerine neden oldu.
İsmaililerin bir tür bugünkü devamı niteliğinde olan Dürziler’in tarihi de, onların Hristiyanlar ile ittifakından ve
özellikle Templier Şövalyeleri ile iyi ilişkilerinden bahsetmektedir. Batıni doktrinden, kurucuları El Hakim’in Tanrı olduğu
dogmasına saplanarak uzaklaşan Dürziler, öncülleri İsmaililer gibi beyaz giyinirler. İnsanları, akıllılar ve cahiller olarak
ikiye ayıran Dürzilere göre akıllılar kendileri, cahiller de diğer insanlardır. Mezhebe kabul edilenlere “Akel” adı verilir.
Dürzilerin “Darasin” denilen ritüellerinde, gerçek kimliklerini özellikle sakladıkları ve Müslüman olarak göründükleri
açıkça belirtilmektedir.
Kaynakça
1- DURSUN Turan – “Din Bu” – Kaynak Yayınları – İtanbul 191 Cilt 2, Sf. 52
2- Eyüboğlu İsmet Zeki – “Tasavvuf- Tarikatlar – Mezhepler Tarihi” – Der Yayınları – İstanbul 1990-Sf. 94
3- Eyüboğlu İ.Z. – İe- Sf. 05
4- Sever Erol – “Yezidilik ve Yezidiliğin Kökeni” – Berfin Yayınları – istanbul 1991 -Sf. 48
5- MEZAHERİ Ali – “Otaçağda, Müslümanların Yaşayışları” – Varlık Yayınları- İstanbul 1972-Sf. 6
6- Mazaheri A. – İe – Sf. 7
7- Eyüboğlu İ.Z. – i- Sf. 385
8- Mazaheri A. – İe- Sf. 11
9- Eyüboğlu İ.Z. -İe- Sf. 379 l O-Mazaheri A. – İe-Sf. 119
11-Eyüboğlu İ.Z. – İe-Sf. 409
12-Mazaheri A. – İe-Sf. 122
13-Mazaheri A. – İe-Sf. 133
14- KÖPRÜLÜ Fuad – “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar” Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları – Ankara 1984 – Sf. 213
15- DOÐRUL Ömer Rıza – “Hasan Sabbah’ın Cennet Fedaileri” – Can Kitabevi -Konya 1982-Sf. 18
16-Doğrul Ö.R. – İe-Sf. 20
(67)