Menü

Merkez Bilgi Alanı Vakfı – 04

30 Ocak 2017 - Merkez Bilgi Alanı Vakfı

MERKEZ BİLGİ ALANI VAKFI – 1999
Perşembe Konferansları Dizisi : 22 / Mart / 2001
MU UYGARLIÐI
Konuşmacı: Cahit CÜMBÜŞEL
İrticalen yapılan konuşmaların kaset deşifrasyonlarıdır.

Geçen ayki konferansımızda anlatmış olduğumuz Agarta devleti hakkında kısa bir özet yapıp dinlemiş olanlarda bir tazeleme dinlememiş olanlarda da bir zemin oluşturmayı uygun bulduk. Hint, Tibet ve Moğol tradisyonlarında ve geleneklerinde Asya Kıtasının göbeğinde, Büyük Himalaya dağlarının altındaki doğal ve yapay yeraltı galerilerinde tünellerle dünyanın hemen hemen her noktasına bağlanmış ve uzantıları bulunan bir yeraltı devletinden söz etmiştik. Bu Agartadır. O dünyamızın okült hükümeti ve yönetim merkezidir. Dünyasal beşeri evrimin ve yeryüzünden gelip geçmiş nice medeniyetlerin tüm genel evrim gidişatlarının ve onların tüm genel bilgilerinin ayrıca yaradılışın , ruhun ve tekamülün ve kozmik bilgilerin ve kozmik bilimlerin , ayrıca maddenin ve maddi bilimlerin bütün kayıtları Agarta’nın milyonlarca kitaptan meydana gelmiş kilometrelerce uzunluktaki kütüphanelerinde kayıtlıdır. Böylece Agarta bu devasa bilgi hazineleriyle doğu tradisyonlarının da ifade ettiği gibi kozmik bir üniversite , bir bilim araştırma merkezi konumundadır. Ezoterik öğretiler Agarta’nın hakimini dünyanın kralı rütbesiyle anarlar. Yardımcıları konumundaki 2 tane rahip kral ile birlikte bütün dünya beşeriyetinin genel ve özel evrimsel gidişatı üzerinde etkin rol oynarlar. Agarta inisiyeleri nadiren kendi bedenleri ile genellikle de enkarnasyonlar yani doğumlar yoluyla yer üstü beşeriyetinin aralarına karışarak gözlemlerini, ihbarlarını, geliştirici ve yükseltici misyonlarını yapmaktadırlar. Bir çok peygamberler , bir çok gerçek filozoflar, bir çok gerçek bilim adamları, bir çok gerçek liderler ve gerçek sanatçılar , bilinen ve bilinmeyen ve de gerçek kimlikleri çoğu kez gizli kalmış üstatlar ve vazifeliler işte bu Agarta dediğimiz okült inisiyatik merkezde , bu mürşitler odağında inisiye olmuşlar , özel eğitim ve himaye görüp beşeriyete rehberlik etmişler ve etmektedirler. İnanılmaz bilimler ve kudretler merkezi inisiyelerince fizik ve psişik yetenekleri olağanüstü gelişmiş, maji biliminin hayır yolundaki bütün incelik kullanımlarına sahip olan Agarta özellikle son 50 bin yıldan beri bütün dünya beşer varlıklarının evrimsel gidişatlarına çok gizli ve çok etkin yardımlar yapmıştır.

Bilgi ve bilgeliğin belirli bir program gereği kendini geri çekmesi sonucu kendisini 19.yüzyıla kadar gizli tutan Agarta hiyerarşinin müdahalesi ve izniyle 19.yüzyılın başlarında kendisini yavaş yavaş kademeli bir şekilde deşifre etmeye başlamıştır. Agarta bilgisini, felsefesini, ahlakını, dini materyalini ve bilimini doğrudan doğruya Mu’dan, ki bu akşamki konferansımızın ana konusunu teşkil etmektedir ve kısmen de Atlantis’ten almıştır. Yani kadim Güneş Kültürünün bir devamıdır diyebiliriz. Güneş, Mu da Tek ve Mutlak Tanrı’nın sembolü idi ve Agarta’nın asıl misyonu Mu ‘nun bu vahye dayalı Siriusyen bilgilerini muhafaza etmek ve bunları nesilden nesle aktarmak, öğretmek ve böylece geliştirme misyonunu sürdürmek idi.

Ezoterik bilgilere göre yeryüzünde bir çok devreler geçmiştir. Hint geleneklerinde bunlara Kalpalar veya Yugalar denir. Bunların ilkine Altın Çağ derler. Daha sonra bir envolüsyona, bir düşüşe bağlı olarak Gümüş , Bronz ve Kahramanlar Çağları yaşanmış ve bugün de yaşadığımız çağa Demir Çağı ve ya doğudaki adıyla Kali Yuga denmektedir. Altın Çağ dediğimiz vakit buradaki, altından maksat bildiğimiz altın madeninin bol olduğu çağ manasında değildir. Kıymetli, yüksek, üstün anlamında kullanılmıştır, değerli bir çağ manasına gelir. Biz şimdi bugünün insanları olarak Demir Çağını yaşamaktayız. Bizimle birlikte bir devir tamamlanmaktadır. Demir Çağ’ından sonra tekrar bir Altın Çağa dönüş , insanlar için bir dönemin bitip yeni bir dönemin başlangıcı olacaktır.

Bu ön bilgiyi verdikten sonra geçmiş dönemlerin bugünkü dönemimize ne yönde etkileri olduğuna bir bakalım. Bunları 5 ana madde altında topluyoruz. Yani daha önceki kültürlerin, daha önceki medeniyetlerin günümüz medeniyetine olan etkilerini 5 ana madde altında topladık:

1- Kültürel olarak : Bunlar dinler felsefeler ve ekoller şeklinde gelmiştir.

2- Arşetipik ve ya atavik semboller vasıtasıyla, derin şuur altımızdan etkilemeye devam etmektedir.

3- Astral plandan düşünce formları yoluyla. ( bu astral planın yapısı ve düşünce formları hakkında okültizm isimli konferansta daha geniş bilgi vermeye çalışacağız)

4- Enkarnasyonlar yani yeniden doğumlar yolu ile.

5- Genetik olarak ademlerden ademlere etkilemeler yolu ile.

Mu uygarlığı konusunda bilinen en kapsamlı araştırmacı İngiliz albay James Churchward dır. Churchward uzun bir süre Hindistan’da İngiliz ordusunda hizmet görmüş 1883 yılında batı Tibet’te bulunmuştur. Mu konusuyla ilk teması da Tibet’te olmuştur. Burada bulunduğu sırada bir tapınağa konuk olan Churchward kendisinin Mu hakkındaki ilk esaslı bilgilerini bu tapınağın eski arşivlerinden edinmiştir. Bu tapınağın mahzenlerinde rastladığını söylediği tabletler, taş tabletlerdi bunlar, Mu’nun kutsal metinlerinden kopya edilmiş çeşitli harfler ve şekillerden ve sembollerden oluşan çok eski bir ölü dilde ” Nagamaya” dilinde yazılmıştı. Bu dili bilen tapınağın baş rahibinin üstatlığı altında 2 yıl boyunca bu dili öğrenerek tabletleri deşifre eden Churchward’ a göre en az günümüzden 15.000 yıl önce yazılmış olup Hindistan’a Naakaller yani Mu bilim rahipleri tarafından getirilen bu tabletler Mu ve Mu dini hakkında geniş bilgiler içermekteydi. Churchward daha sonra Tibet’ten ayrılarak bütün yaşamını adadığı bu işin araştırmalarına girişti. 50 yıl sürecek olan bu araştırmalar için Caroline adalarında , Güney Pasifiğin bütün takım adalarında, orta Asya’da, Birmanya da , Mısır’da , Sibirya’da , bütün Amerika’da hatta Avusturalya’da araştırmalar yaptı ve dökümanlar topladı. Bu arada Churchward, Amerikalı arkeolog William Niven’ nin de Meksika’da birtakım tabletler açığa çıkardığı haberini aldı. Benzeri tabletler William Niven tarafından da 1921 – 23 yılları arasında , Meksika’da aşağı yukarı 2600 adet tablet tarzında açığa çıkarılmıştı. William Niven da bu tabletleri kendi hesabına inceledi ve Churchward’ ı tanımadığı halde aynı sonuçlara ulaştı. Yani kadim bir geçmişte Pasifiğin sularına gömülmüş gizemli bir kıtaya ön planda yer vermekte iki araştırmacı da tamamen fikir birliğine varmışlardı. Böylece Churchward Hindistan’daki tabletlerden edindiği Mu hakkındaki bilgilerinin eksik taraflarını da William N. tarafından bulunan tabletlerden tamamlama imkanını elde etti. Churchward Mu ya ilişkin 4 adet kitap yayımlamıştır. Bunlar 1930 lu yıllardan itibaren yayımlandılar. 1. Kitap ”Mu’nun Çocukları” , 2. Kitap ”Batık Kıta Mu” , 3. Kitap ”Mu’nun Kutsal Sembolleri” ve 4. de ”Mu’nun Kozmik Güçleri”

Mu konusuna geçmeden önce bu kitapların bizim ülkemizle ilgili ilginç bir yanı olduğundan bahsetmek istiyorum. Bu kitaplar bundan yaklaşık 70 yıl kadar önce Atatürk’ün direktifiyle ülkemize getirtilmiş Türkçe’ye tercüme ettirilmiş ve incelenmiştir. Atatürk’ün en çok üzerinde durduğu konulardan birisi de Anadolu insanının kökleri konusu idi. Bu amaçla Nisan 1930 da Türk Tarih Kurumunu kurdu. Türk halklarının köklerinin orta Asya’ ya dayandığını biliyordu, acaba orta Asya halklarının kökenleri nereye dayanıyordu. Atatürk’ün araştırmak istediği konu buydu. Bu konuyla alakalı olarak 1930 yılında emekli general Tahsin Bey’ i, ki daha sonra soyadı kanunuyla birlikte Tahsin Mayatepek olarak anılacak idi, Güney Amerika medeniyetlerinden Maya toplumunun dil ve kültürü ile Anadolu insanının dil ve kültürü arasındaki benzerlikleri araştırması için gönderdi, çünkü böyle bir benzerlik tespit edilmişti. Büyük bir heyecanla araştırmalarını sürdüren Tahsin Bey çok enteresan bilgiler içeren bir çok raporu Atatürk’e sundu. Bunlara giremiyorum ama iki tane kısa misal vereceğim, İslam’da ve Mevlevilikte kullanılan enteresan ritüellerin bir çoğunun Maya toplumlarında da bulunduğu tespit edilmiştir. Örneğin namazdaki secde hareketinin ve Mevlevilikteki dönüş hareketi Mu da da vardır. Raporları inceleyen Atatürk konu hakkında daha kapsamlı araştırmalar yapmak üzere Tahsin Bey’i Meksika’ya ateşe olarak atadı. Tahsin Bey orda yoğun araştırmalarına devam etti, bu arada William Niven ve James Churchward’ın çalışmalarından Atatürk’ü haberdar etti. İşte bunun üzerine Atatürk bu 4 tane kitabı ülkemize getirtti ve 60 kişiden oluşan bir tercüme heyeti kurup bunları derhal dilimize tercüme ettirdi. Atatürk bu bilgilerden çok etkilenmişti. Özellikle insanın yaradılışı, Mu’nun insanlığın anayurdu oluşu, nüfusun 64.000.000 oluşu, kolonileri ve göçleri, batış nedenleri, Mu’nun dini bilgileri ve Mu’nun yönetim biçimini inceledi. Ayrıca Uygurlar ve Türklerle ilgili kısımları altlarını çizerek okuduğunu ve notlar aldığını biliyoruz. Atatürk’ün vefatından sonra bu konunun bir daha hiç açılmadığını da biliyoruz.

Gene ezoterik bilgilerimize göre bugün sahip olduğumuz batı ve doğu medeniyetlerinin yani bütün medeniyetimizin ana kaynağının Mu olduğuna, onun bir kolonisi olan Atlantis olduğuna ve daha sonra Mu ‘nun batışı ile Mu’nun diğer kolonilerinden kaynaklanan bilgiler olduğuna sahibiz. Atlantis kıtası da bu günkü Atlantik okyanusunda bulunan çok büyük bir kıtadır. O da aşağı yukarı Mu ile eş zamanda batmıştır yani günümüzden yaklaşık 12.000 yıl önce.

Şimdi, Atatürk’ün yapmış olduğu bu çalışmalara bağlı olarak ülkemizdeki Türk halklarının kökenlerinin orta Asya’dan Uygur devletinden geldiğini öğrenmiş bulunuyoruz; ki Uygur devleti Mu’nun en büyük kolonilerinden biri konumundaydı. Bu arada konvensiyonel bilimin Anadolu’ya göçüp gelmiş olan atalarımızın getirmiş oldukları genetik kodların özel niteliklerini bilmediğini ifade edelim. Yani bu göçler vasıtasıyla bir takım genetik kodların da bu insanlar vasıtasıyla Anadolu’ya yani Türkiye’ye geldiğini biliyoruz. Ve elbette ki bu genetik yapı hakkında yüzyıllardan beri intikal eden bir bilgi akışı da var. Ezoterik çalışmalarımızın sonuçlarına göre bizdeki kanaat şöyledir: Anadolu topraklarına gelen varlıkların bir özelliği vardır, burası hem Mu’ dan hem de Atlantis’ ten göç eden kolonilerin birleştikleri, adeta girdap teşkil ettikleri ve harman oldukları bir zemin durumundadır. Ege denizi ve İskenderiye’ye kadar uzanan bu bölge çok önemli bir kavşak noktası haline gelmiştir. Dolayısıyla Anadolu halkının en eskisinden en yenisine yani en son Oğuzların göçüne varana kadar bütün asıl beslenme kaynağının Moğolistan dolayısıyla Uygurlar olduğunu bilmekteyiz. Mu medeniyeti Uygur kolonisine bütün bilgi birikimini , bütün kültür birikimini aktarmıştı. Buna bağlı olarak Uygurluların inanç , bilim, sosyolojik yaşam, insan ve doğa arasındaki denge , insan ve kozmos arasındaki yapılar bakımından getirip bıraktıkları esasların çok doğru olduğunu belirtiriz. Bir takım doğal olaylar sonucunda, ki bunlar son manyetik felaket ve onun yol açtığı büyük tufanlar ve dağların yükselişi hadiseleridir. Uygur göçleri bundan kaynaklanmaktadır. İşte bu Uygur’dan Hindistan’a , Çin’e , Afganistan’ a ve İran yoluyla da Anadolu’ya büyük göçler yapılmıştır. Ve böylece bu büyük Uygur göçü ile birlikte Mu bilgeliği ve Atlantis teknolojisi ile yetişmiş olan büyük insanlık güçleri, büyük insanlık zekaları ve zihniyetleri de göç etmiştir. Onların içine karışmış olan bir çok varlıkta bu özel kapasite adeta bir tohum tarzında mevcuttur. Bu insanların en çok taşıdıkları özellik duyular dışı algılamayla ilgili genetik kodlardır. Bunlar mükemmel bir şekilde hiç bir bozulmaya ve eksilmeye yer bırakmadan o varlıklar tarafından o göçlerle bu ülkeye yani Anadolu’ya taşınmıştır. Demek ki Anadolu halkının kalıtımsal olarak getirdiği en büyük nitelik psişiktir. Başka bir ifadeyle buranın varlıkları asıl iç yüzleri ruhsal dünyaya dönük olarak yaşar. Görünüşte hepimiz dünya malı ile yaşarız ve her türlü dünya faaliyetini yaparız, ama orada ince bir nokta, ince bir fark var, bizim iç yüzümüz, iç varlığımız sürekli ruhsal dünyaya, görünmeyene, daha yüksek mertebelere hamleder durumdadır. Çünkü doğamızda, taşıdığımız genetikte bu imkan mevcuttur. İşte bütün bunlar bize anavatanımız Mu’dan, Uygur göçlerinden intikal eden bir vazife mirasıdır. O halde bu toplumun bu ülkenin vazifesi ; Mu’ da ve Atlantis’ de olan ve kendisinden sonraki büyük insanlık kitlesinin üzerine bırakacağı bilgi intikalini fakat bu kez daha yüksek ve daha kapsamlı olarak ortaya çıkarmak, buna zemin hazırlamak, bu bilgileri almak, hayata geçirmek ve onları adeta emsaller tarzında bütün beşeriyete sunmaktır.

Bir ara bilgi daha vermek istiyorum o da şu, şimdi anıları belli bir maksat ve program gereği beşeri hafıza ve kayıtlardan silinmiş olan pek çok geçmişe ait olay ve onların öğeleri her defasında saklı yerlerinde onlarla ilgili asıl görevli sahiplerini beklemektedirler. Sonunda o kişi veya kişiler yaptıkları araştırma ve incelemelerin esasını teşkil edecek olan asıl yapı taşını yani o saklı duran şeyi bulmaktadırlar. Eski dillerin çözülmesi böyle olmuştur. Eski yerleşim birimlerinin bulunuşu böyle olmuştur. Eski yitik medeniyetlerin yitik bir çok unsurun bulunuşu da böyle olmuştur. Bu temel bilgiden yola çıkarak James Churchward’ da Mu kıtasını böyle bir misyonun sahibi olarak benzeri stilde tüm dünya kamuoyuna duyurmuş olan bir önder araştırmacıdır. Kendisinin verdiği bilgilere göre adının açıklanmasını istemeyen Hintli bir Rishi ile 2 yıl boyunca Nagamaya dili üzerinde ve onun sembolizmi üzerinde çalışmıştır. Basit görünümlü yazıların rahiplik düzeni içinde gelişmiş bir kardeşlik topluluğu olan kutsal kardeşler ”Naakallar” için özel olarak tasarlanmış ve ezoterik anlamlar içeren bir dil olduğunu ve bu dili okumayı, bu dili anlamayı, bu dili yorumlamayı öğrenmiştir.

Buna göre Mu kıtası Pasifik okyanusunda Amerika ile Asya arasında yer almış büyük bir kıtadır. Merkezi ekvatorun biraz güneyine düşer. Toprakları bugün hala su üzerinde kalmış bulunan bazı kara parçalarını da bazı adaları da içine almıştır. Büyüklüğü yaklaşık olarak doğudan batıya 9500 km kuzeyden güneye 4800 km civarındadır. Kıta ince boğazlar veya denizlerin ayırdığı 3 kara parçasından meydana gelmektedir. Bu daha ileriki bir durumdur. Günümüzde Pasifik okyanusuna tek tek ya da takım adalar halinde yayılmış adaların tümü bir zamanlar Mu kıtasının parçaları idiler. Kıta günümüzden 12.000 yıl önce meydana gelen çok büyük depremler sonucu batmış adeta cayır cayır yanan bir girdaba dönüşerek Pasifiğin derin sularına gömülmüştür. Böylece bu bölge büyük bir uygarlığın ve 64.000.000 insanın mezarı haline gelmiştir. Paskalya adası , Tahiti adası, Samoha adaları, Tonga adaları, Marshall adaları , Gilbert adaları, Caroline adaları,Mariana adaları, Hawai adaları, Marques adaları ve daha niceleri sessiz bir mezarın bekçileri gibi adeta bu büyük kıtanın hüzünlü parmaklarını andırmaktadırlar. James Churchward çalışmalarının ana bilgilerini iki kadim kaynağa dayandırmaktadır ; bir tanesi kendisinin Hindistan’da bulduğu ve Tibet manastırlarında özel bir inisiyasyondan geçtikten sonra okumayı başardığı tabletlerin çevirilerine , ikincisi de arkeolog Niven’ ın Meksika’da bulmuş olduğu tablet gurubunun çevirilerine. Her iki tablet gurubu da köken bakımından aynıdır. Yani Mu’nun vahyedilmiş kutsal metinlerindeki alıntılardan meydana gelmiştir. Naakal tabletleri, Naga sembolleri ve harfleri ile yazılmıştır. Bilgilerimize göre bunlar anavatanda yazılmış, önce Burma’ya oradan da Hindistan’a getirilmiştir. Bu bilgilere göre örneğin Tevrat’ta söz konusu edilen cennet Aden Cenneti veya Aden Bahçesi, artık var olmayan ve zamanında Pasifik okyanusunda bulunan bir kıtanın üzerindeydi, yani Mu’da. Kendisi büyük bir inisiye olan Musa bir çok diğer peygamberler gibi, İsa gibi, Muhammed gibi, asıl kayıtlarını Mısır Sina mabet kayıtlarından almıştır ki onlar da Mu esaslıdır. Fakat bu gün elimizde bulunan özellikle Tevrat kitabı Musa’ dan 800 ya da 900 yıl sonra Ezra peygamber tarafından yapılan hatalı tercümelerin toplamından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle bugünkü bildiğimiz şekliyle Tevrat’taki genesis ya da yaradılış hikayesinin aslında Mu nun 700 asırlık geçmişini konu alan bu kadim tabletlerden toplanan etkileyici tutanaklardan elde edildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Himalaya manastırlarındaki 70.000 yıl öncesine giden yazmalar görülmeye değerdir. Bunlardan bazıları insanı 200.000 hatta 270.000 yıl gerilere götürmektedir. Yani Mu kıtasıyla ilgili tabletlerin geçmişi 270.000 yıl öncesine kadar gitmektedir. Fakat J. Churchward’ un araştırmaları ancak 70.000 yıl öncesine kadar uzanabilmektedir daha önceleri hakkında kendisi fazla malumat elde edememiştir. Naakal kayıtlarındaki yaradılış hikayesinin açılış bölümünün Tevrat’taki nakille olan benzerliği ne kadar dikkate şayansa daha sonra gelen sapmalar da o oranda dikkate şayandır. Dünyanın her köşesi yaradılış efsaneleriyle doludur. Ve bunların arasında öyle büyük benzerlikler vardır ki, ister istemez hepsinin aynı ortak kökenden, Mu dan geldiği sonucunu çıkartıyoruz.

Şimdi J. Churchward’ un ağzından bu konuyla ilgili bir pasaj nakletmek istiyorum, yaradılışla ilgili tercümeler yaparken şöyle diyor:” Hepsinin içinde çevrilmesi en zor olan 7. emirdi. Bunun deşifre edilmesi kolay oldu. Fakat kadim anlamları en yakın haliyle iletecek modern kelimeler bulmak neredeyse imkansız gibiydi. Örneğin ilk insanın bedenine yerleştirilen şeyi temsil edebilecek şeye bulduğumuz en yakın kelime can veya ruhtu. Tevrat’ta kullanılan Tanrı nefesinden üfledi’ ifadesi de aynı sembolizme iyi bir örnektir. Her halükarda Tanrı’dan alınan özel güçler şeklindeki mana gayet açıktır. Yani bundan da bunların Tanrı’nın bir parçası olduğu sonucu çıkmaktadır. Genel olarak Naakal tabletlerinin deşifre edilmesi olağanüstü zordu çünkü çok az hiyeratik yazı ve çok fazla şekil ve çizim vardı. Ayrıca tabletlerin hasar görmüş ve silinmiş kısımları da vardı ki onlardan hiç faydalanamadık. Bunun dışında modern dilde karşılığı olmayan bir çok kelimeye de rastladık. Ancak çalışma başlamadan önceki dönemde rahip dostum Nagamaya dili dediği dile ait bilgi sahibi olmaksızın kadim tabletlerin ve yazıtların çözümlenmesinin imkansız olduğunu belirtmişti. Çünkü Mu ile ilgili tüm kadim tabletler bu dilde yazılmıştı. Ve üstelik tüm Naakal yazıtlarının yalnızca Naakaller ve onların öğrencileri tarafından bilinen ezoterik ve gizli anlamları da vardı. ”

Mu kıtasının varlığı, günümüzden 12.000 yıl önce battığı ve koloniler halinde tüm dünyaya yayıldığına ilişkin mevcut olan kaynaklar şunlardır : Öncelikle James Churchward’ un Hindistan’da ve Niven’ın Meksika’da bulduğu tabletler bundan sonra Yukatan ve orta Amerika’da bulunan kalıntılar, heykeller, piramitler, eski Maya kitap, yazma sembol ve efsaneleri. Bunlara örnek bugün British Museum da bulunan Troana El Yazması. Bu kadim bir Maya kitabıdır ve Mu konusundan bahsetmektedir. Bir diğer Maya kitabı Kortesianus kodeksidir. Ayrıca Hindistan’da, Çin ‘de , Burma’da , Tibet’te ve Kamboçya’da bulunan bir çok kitap, elyazması , efsane ve kalıntılar gene Mu’dan bahsetmektedir. Örneğin Valmiki’nin yazdığı Ramayana destanı. Gene Lhassa’da arkeolog Chiliman tarafından bulunan Lhassa belgesi, bunlara ilaveten Pasifik’te bulunan yüzlerce adadaki büyük taş heykeller, en meşhurları Paskalya adasındakilerdir biliyorsunuz, kalıntılar, yazıtlar, semboller ve efsaneler. Bir diğer örnek doğuda ve Pasifik okyanusunun batı cephesindeki bütün yerleşimlerde bütün kadim kalıntılar daima doğuya dönük yapılmıştır, bu Asya’ya göre anakaranın yönüdür. Kamboçya ve Ankor’ daki bütün heykel ve tapınak girişleri ve yolları bunun en güzel örneğidir. Gene eski Mısır a ait kitap ve yazmalar özellikle Mısır ‘ın Ölüler Kitabı. Bilindiği üzere Mısır’ın Ölüler Kitabı öte aleme intikal eden insanların haletlerini anlatan bir kitap gibi bilinmesine rağmen , asıl maksadı batmış olan Mu medeniyetini ve onun anılarını tazelemekten ibaretti. Gene eski Yunan filozoflarının kitapları ve tüm dünyaya yayılmış olan efsaneler. Bütün bunlar bize Pasifik’te çok eskiden büyük bir kıtanın ve büyük bir medeniyetin var olduğunu göstermektedir.

Mu kıtası geniş düzlükleri olan , güzel, tropik bir ülkeydi. Vadi ve ovalar ekili topraklar ve tarlalarla doluydu. Mu kıtasında dağ yoktu çünkü daha henüz Dünya’ nın hiçbir yerinde dağ yoktu ve dağlar oluşmamıştı. Aşağı yukarı 64.000.000 kişinin saltanat sürdüğü bu büyük kıta üzerindekilere her türlü refahı sunan bir yuvaydı. Bütün devasa kıta her tarafı örümcek ağı gibi saran düzgün yollarla örülmüştü. Bütün bu anlatılan 64.000.000 kişilik halk 10 kabileden oluşan bir topluluktan meydana geliyordu. Hepsinin dini aynıydı. Semboller vasıtasıyla tek Yaradan’a ibadet etmek. Hepsi de ruhun ölümsüzlüğünü ve eninde sonunda gelmiş olduğu ulu kaynağa döneceğini biliyorlardı. Yaradan’a saygıları o kadar büyüktü ki onun ismini telaffuz etmezler , dua veya niyazlarında ona bir sembol aracılığıyla seslenirlerdi. Ra, güneş , onun bütün niteliklerini simgeleyen kolektif bir sembol olarak kullanılmaktaydı. En üst mertebedeki rahip olan Ramu, Yaradan’ın dinsel öğretilerindeki temsilcisiydi. Temsilci olması sebebiyle Ramu’ya tapınılmayacağı esaslı bir şekilde öğretilmiş ve anlaşılmıştı. Mu’ da hakim olan ırk beyaz derili ırktı. Bunlar duru beyaz ve buğday tenleri, yumuşak bakışları, koyu renk iri gözleri, düz ve siyah saçlarıyla son derece güzel insanlardı. Bunun dışında kahverengi, sarı ve siyahın tonlarını taşıyan başka ırklara mensup insanlar da mevcuttu. Mu topraklarında 7 büyük şehir ya da merkez vardı. Din,ilim ve diğer disiplinler de burada öğretiliyordu. Ayrıca üç kara parçasına dağılmış olan pek çok şehir ve kasabalar mevcuttu. Bizlerin bugün bildiğimiz Hint, Mısır ve Babil, Mu battıktan sonra onun adeta sönmekte olan közlerinden başka bir şey değillerdi. Mu kıtasının bir de kraliyet amblemi vardı. Bu amblem tüm yeryüzünün asıl sahibesi Mu’nun arması, hiç bir şekilde gelişigüzel yaratılmış bir form veya bir nişan değildi. Bundaki her çizgi belli bir anlam yüklüydü. Bunları inceleyelim. A olarak gözüken Mu alfabesinin harflerinden biriydi ve geleneksel M harfinin kalkan şeklinde düzenlenmiş hali idi. M onun sembolik harfi idi. Bunun ötesinde Mu kelimesinin yazılışı böyle idi. B ile gösterdiğimiz haç armanın merkezindedir ve şöyle okunur: “ulumil” bunun çevirisi imparatorluğu demektir. C olarak gösterdiğimiz daire, kabartmayı çevreleyen güneşin çizimidir ve birleşik halde arma şöyle okunur: Güneş İmparatorluğu. Ve bunun başına da kalkan ekini koyduğunuz zaman Mu Güneş İmparatorluğu olur. Güneşin 8 ışını vardır , bunlar 8 yönü temsil eder. Böylece tüm dünyanın Mu’ nun egemenliği altında olduğu söylenmektedir. Işınları çevreleyen daire evrenin sembolüdür. Ancak burada ifade edilen evren insanın evrenini yeni yer yüzünü ifade etmektedir. Bu şekilde bu sekiz ışının bütün beşeriyetin bütün insanlığın üzerine düştüğü ifade edilmek istenmektedir. Böylece Mu’ nun kraliyet arması bize yer yüzündeki tüm insanlığın onun yönetimi altında olduğunu anlatmaktadır. Mu tüm yer yüzünün sahibesiydi. Geleneklerin söylediğine göre Mu bir imparatorluğa dönüştüğü zaman kral veya imparator olarak bir hiyeratik reis seçilmişti. Hiyeratik reis dinsel öğretilerdeki tanrılığı temsil ediyordu. Ra denilen güneş tanrılığın tüm niteliklerini kendisinde toplayan kollektif ve en yüksek semboldü. Kral olarak seçildiği zaman hiyeratik reis kraliyet sembolü olarak Ra, güneş ünvanını alıyordu. Bu ünvanın yanında Mu topraklarının ismi de ekleniyor ve böylece kralın tam adı Ramu ya da Güneşmu oluyordu. Bu ifade Hint’de Rama olarak geçmiştir. Mu medeniyeti günümüz uygarlığından gerek fiziki gerek spiritüel bilimlerde olsun pek çok alana da daha ileri düzeylere ulaşmıştı. Kozmik enerjilere ki güneş enerjisi, kristal enerjileri, bizlerin bugün lazer dediğimiz türden enerjilere benzer enerjiler ve daha tanımadığımız bir çok enerjilere dayanan bir çok uygulamaları ile aydınlatma, ısınma, ulaşım, bilgi depolama ve bilgi nakli gibi konulara hakim olmuşlardı. Deniz, hava ve uzay taşıtları vardı ve bunlar bir tür kozmik enerji ile hareket ediyorlardı. Bu teknik sonradan eski Hint’e miras kalmıştır. 20.000 yıl önce Hindular tarafından bu tür hava taşıtlarının kullanıldığına ilişkin kayıtlar vardır. Özellikle Mahabbarata destanında Vimanalar olarak tarif edilen çizimleri yapılan , uçan cisimlerden bahsedilmektedir. Mu ve Atlantis’in ilk dönemlerinde genetik bilim öylesine ileriydi ki, o dönemde yaşayan bazı maymunsu varlıkları, insansı bir hale dönüştürüp bir çok gündelik işlerinde de kullanıyorlardı. Hatta bugün bizlerin birtakım robotlar imal edip bunları günlük işlerimizde kullanma çabamızın bu olayın arşetipik imajlarından kaynaklandığı da söylenmelidir.

James Churchward’ un uzanmış olduğu nokta günümüzden 270.000 yıl öncesi idi. Ancak yer yüzündeki bizim anladığımız manadaki canlılığın ve hayatın oluşumu günümüzden milyonlarca yıl öncesine gitmektedir. Bununla ilgili 200.000.000 yıla kadar bahseden kayıtlar mevcuttur. Buradaki tarihlerin, rakamların fazla bir önemi yoktur. Bu rakamlar özellikle karıştırılmış ve kapalı hale getirilmiştir. Önemli olan dünyamızda günümüzden milyonlarca yıl önce medeniyetlerin, varlıkların ve kıtaların yaşadığıdır. Ancak bu aşamalarda dünyamız şimdikinden çok daha süptil , çok daha ince, çok daha az yoğun bir ortama ve yapıya sahipti. Adeta bir benzetmeyle bugünkü bizim fizik dünyamız, fizik kesafetimiz teşekkül etmemişti. Yani şimdiki astral mekanımız o zamanın fizik mekanıydı diyebiliriz. O dönemdeki varlıkların doğu tradisyonlarında bir tür fantomlar, bir tür astral bedenler, bir tür enerji bedenler, eterik varlıklar oldukları ifade edilmektedir. Bu konulara şu anda konumuzla pek bağlantılı olmadığı için girmek istemiyorum. Bazı kaynaklar Lemurya ve Mu sözcüklerini de eş anlamda kullanmaktalar. Yani Lemurya kıtasını Mu kıtası gibi de nakletmekteler. İşin doğrusu şudur ki Mu ve Atlantis’ten önce Lemurya denilen devasa bir kıta ve medeniyet de mevcuttu. Mu bu medeniyetin hitamı ile ve bir geçişle ve fizik kesafetteki ilk oluşum ile bizim anladığımız manadaki fizik hayatın, fizik bedenlerin oluşumu ile ilk insanın ortaya çıktığı yerdir. James Churchward ilk insan Mu da ortaya çıkmıştır dediğinde bizim anladığımız fizik kesafetteki ilk insanın ortaya çıkmasıdır ve doğrudur. Bu Lemurya dönemi esnasında kuzeyde de Hiperborea denilen bir başka kıta , Gondvana denilen gene başka bir kıtanın varlıklarından bahsedilmektedir. Hatta bazı diğer bilgiler Lemurya’nın son dönemlerinde ve Mu’ nun ilk dönemlerinde dünyada devlerin yaşadığından bahsetmektedir. İnsan boyları 30 m. idi. Ve bunlar küçülerek günümüzdeki ölçülere inmiştir. Hatta bu devler ırkından Tevrat’ta da bahsedilmektedir. Ayrıca teozofik, okült ve ezoterik kaynaklar yaşamın 7 aşamalı periyotlar halinde geliştiğini söyler. Yani yeryüzündeki beşer cinsinin gelişimi de 7 temel ırk veya soy kategorisinde ele alınmaktadır. Bunların en süptilden başlayarak giderek yoğunlaşan ve katılaşan bir envolüsyona uğradığını biliyoruz. Biz şu anda konuşmanın başında bahsettiğimiz Altın Çağ’dan ki o da belli bir kesafetin ifadesi idi, kabalaşarak , envolüsyona uğrayarak Demir Çağı’na indik veya düştük ifadesinin burada bir karşılığını bulmaktayız. Böylece bu yedi temel ırk ile bir bütünün, bir halkanın, bir çemberin kapanacağı ifade edilmektedir. Bizlerin bu gün 5. Temel ırkı oluşturduğumuz söylenmektedir. Önümüzdeki devrede 6. Temel ırkı oluşturacağımız da ifade edilmektedir. Ancak burada bilmemiz gereken en önemli nokta tek bir cümle ile dünyamızın ortamının gezegen olarak da fizik kesafet olarak da fizik bedenler olarak da şu anda bulunmuş olduğu kesafetten, yoğunluktan çok daha süptil bir kesafetten başlayarak giderek yoğunlaştığının bilgisi adeta bir envolüsyon tarzında bir iniş tarzında bir hareketin oluştuğu ve bunun gene bir çıkışla ilerleyeceği yönündedir, bu neden böyle olmuştur, bu gene ayrı bir konu olarak konuşacağımız bir konudur.

Şimdiki konumuz Mu dini. Mu’ daki tüm öğretiler sade ve açıktı. Teolojinin kırıntısı bile yoktu. En bilgisiz olanlar bile içlerindeki her küçük cümleyi anlayacak kadar bilgi sahibiydi. Yani öğreti o denli saf ve sadeydi. İnsana göksel babasına korku ve dehşet içinde değil güvenle ve her şeyden önce sevgiyle yaklaşılması gerektiği öğretiliyordu. Sevgi 12 büyük erdemin en üstünde yer alıyordu. Çünkü, Sevgi, evreni yönetiyordu ve göksel baba büyük sevgiydi. Bu dinin dayanak noktası semavi baba olan Yaradan’ı sevmek ve kulluk etmekti ve kardeş oldukları için bütün insanları sevmekti. İnsanlığın ilk dini şeklen son derece sade idi. Yüce sonsuza ibadetin yer yüzündeki gelmiş geçmiş en saf şekliydi. Bu tek Tanrıcı bir dindi. Çünkü Tanrı tekti; ancak ona bir çok nitelikler vermişler ve her bir niteliğe de belli bir sembol atfetmişlerdi.

Güneşin ve onun tasviri olan daire sembolüne kısaca değinelim. Neden güneş bütün dünya kültürlerinde Tanrı’nın monoteistik sembolü olarak seçilmişti. Biliyorsunuz daire geometrik şekillerin en üstünü en kusursuz olanıdır ve başlangıcı ve sonu yoktur ve bir sonsuzluğu ifade eden en kusursuz formdur. Ancak sadece bundan değil, bu da işin içine dahil olmakla birlikte, gene ezoterik bilgilere göre Atlantis’in veya Mu’nun ilk dönemlerinde dünyamız kapalı bir sistem tarzında, nasıl kapalı, dünyamızdan güneş gözükmemekte idi, o dönemdeki gökyüzü ve deniz mavi değil gri, dünya tamamıyla kalın bir sis örtüsüyle kaplı ve yaşamakta olan beşer ne güneşi görüyor ne de güneşi tanıyor , tufanlar vasıtasıyla öyle bir dönem geliyor ki, bu yoğun sis tabakasının yeryüzünden kaldırılışı ve güneşin ilk defa ortaya çıkışı yaşanıyor ve o sırada insanların yanında bulunan kozmik öğretmenler ki bunlara Manular denmektedir. Bütün Hind edebiyatındaki Manu’nun unutulmaz hatırası da buradan gelir.

Daire sembolü insanın ilk dinsel öğretilerinde kullanılan ilk üç sembolden birisi ve en önemlisi idi. Tüm sembollerin en kutsalı addediliyordu. Bu Ra denilen güneşin tasviriydi ve Yaradan’ın bütün niteliklerini kendisinde toplayan kollektif bir semboldü. Ona öyle büyük bir edeple yaklaşılıyordu ki asla bir isimle anılmıyordu. Mayalar, Hindular, Uygurlar ve bütün diğer eski kavimler ondan isimsiz diye söz ederlerdi. Dairenin başı ve sonu yoktur dolayısıyla böyle bir kavramı temsil edebilecek en ideal sembol olarak tasarlanmıştır.

İkinci sembolümüz, Mısır’da Yaradan’ı temsil eden tüm sembollerde, başlar bir diskle süslenmiştir. Bu da güneş Ra’ nın çizimidir . Mısır’daki bütün firavunların bütün çizimlerin arkasında bir daire olduğunu hatırlayalım, o da güneşin sembolüdür. Ayrıca kırmızı bir küre sütun başlarında kullanılmıştır bu da gene güneş Ra’ yı sembolize etmektedir.

Mu da salt bir daire olan sembol Nagalarda ortasına bir nokta konularak gelişmiş veya değişmiş, Uygurlar onu ikinci bir halka ile sembolize etmişler, daha sonra da 4. Sembol Mısırlıların tanrı başlarında kullandıkları semboldür ve 5.de az önce ifade ettiğim gibi ölüler için dikilen mezar taşlarının tepesine konulan semboldür, bunların tamamı güneşi sembolize eder.

Mu’ daki din, insanlara belli aşamalar altında öğretiliyordu. Öncelikle insana her şeye kadir ve yüce bir varlığın olduğu öğretiliyordu. Onun aşağıdaki ve yukarıdaki her şeyin yaratıcısı olduğu ve insanın bu kadir varlık tarafından yaratıldığı ve onun tarafından yaratıldığı için onun oğlu olduğu ve aynı şekilde bu varlığın insanın semavi babası olduğu. İnsan yaratıldığı zaman yaratıcı, insanın bedenine asla ölmeyen ve ebediyen var olan bir ruh yerleştirmişti. Gene insan yaratıldığı zaman maddesel bedeninin geldiği yer olan toprağa dönmesi takdir olunmuştu. Bu maddesel bedenin öldüğü zaman ruh serbest kalıyor ve öte aleme giderek bir başka maddesel bedeni işgal etmek üzere beklemeye geçiyordu ve bir çağrı alana kadar orda beklemeye devam ediyordu. Bu arada insanlara bir vazifeleri olduğu yani hayatın bir amacı olduğu da öğretilmekteydi. Bu amaç veya bu vazife, maddi arzulara galip gelmek suretiyle ruhun maddesel bedene hükmetmesiydi. Bunu başardığı zaman yüce kaynağa geri dönecekti. Ancak yalnız tek bir maddesel yaşamın tüm maddi arzuların üstesinden gelmeye yetmeyecek kadar kısa olduğu ve buna bağlı olarak bu vazifeyi tamamlayana kadar ruhun bir çok maddesel bedenlerle birleşerek bir çok defa dünyaya gelmesinin takdir olunduğu da öğretiliyordu, yani reenkarnasyon bilgisi de öğretiliyordu. Gene Mu dininde Semavi Babanın yüce sevgi olduğu ve yüce sevginin tüm evreni yönettiği ve asla ölmediği bireyin zihnine iyice işleniyordu. Tüm insanların aynı Semavi Baba tarafından yaratıldığı, bu nedenle tüm insanların kardeş olduğu ve birbirleriyle ilişkilerinde bu gerçeğin esas alınması gerektiği de öğretiliyordu. Ayrıca dünyadaki görevlerinin neler olduğu ve öte tarafa çağrıldığı zaman en elverişli geçişi yapabilmek için nasıl yaşanması ve kendisini nasıl hazırlaması gerektiği öğretiliyordu. Özellikle doğruluk, sevgi, yardımseverlik, safiyet ve göksel babaya karşı tam bir sevgi ve güven ve teslimiyet yolunun izlenmesi gerektiği anımsatılıyordu. Ana hatlarını kısaca ve kapsamsız bir şekilde sunduğumuz bu tablo insanın ilk dininin hangi temel prensiplere dayandığını ortaya koymaktadır. Tanrının babalığı ve insanın kardeşliği. Bir cümle ile bu.

Mu’daki dinsel öğretim Naakal rahipleri tarafından yapılmaktaydı. Bu okullarda oluşturulan rahiplik kurumu halkı eğitmekteydi. Şöyle bir ifade geçiyor ; ister prens olsun, ister köle olsun, kapı herkese açıktır. Doğrudan doğruya mabede geçerlerdi, eşittiler, çünkü Göksel Baba’nın, hepsinin babasının huzurundaydılar ve burada gerçekten kardeşlerdi. Hiç bir ücret alınmazdı, her şey karşılıksızdı. Daha sonra kolonilere taşınan bu bilgiler kolonilerde kutsal sırlar adı altında toplanmıştı. Ve bugün de aynı şekilde kullanılmaktadırlar. Doğuda bunlara altın çağın kitapları da denmektedir. Daha sonra ilerleyen çağlarda bu bilgiler özellikle Mısırlılarda üst düzeydeki kişilere yani birtakım inisiyelere aktarılmaya başlanmıştı. Örneğin kendi dönemlerinde Mısır’a giden ve aralarında Eflatun, Pisagor, Thales gibi isimlerin bulunduğu, hatta Heredot, pek çok Yunan filozofu da bu bilgilerle kısmen inisiye olmuşlardı. İnsanın ilk dininden arta kalanlar 12.000 yıldan bu yana yani Mu’ nun sulara gömüldüğü günden itibaren nesillerden nesillere aktarılarak günümüze kadar gelmiştir.

Bu metinlerden bir pasajı şöyle okumaktayız: İnsan için Yaradan kavranılmazdır. Kavranılmaz olduğu için de ne resmedilebilir ne de isimlendirilir. O,isimsizdir. Kelimelerle ifade edile bilinen Yaradan ebedi Yaradan ya da Mutlak Yaradan değildir. Dile dökülebilen bir kelime onun ebedi varlığına bir isim olamaz. O bir ismi olmadığı yerde göklerin ve yerin başlangıcıdır. Eylemsiz olan O isimlerden münezzehtir, o isimsiz olandır.

İlk uygarlığa ait yazıların hiçbirisinde kurban ve buna karşılık gelebilecek bir kelimeye rastlanmamaktadır. Bu kelime ilk olarak günümüzden 5 – 6.000 yıl önceki Maya kitaplarında ortaya çıkmaktadır. Ve ifade şöyledir: Mu geceleyin kurban edildi. İlk uygarlığın kelimelerinde yalnızca sunaklara konulan hediyelerden bahsedilmektedir yani kurbandan bahsedilmemektedir. Ve bu hediyelerin de genellikle meyve ve çiçekler olduğu söylenmektedir.

Mu kıtası 64.000.000 vatandaşıyla battıktan sonra yeryüzünde geriye kalan halkların hemen hemen tamamı kimi edebiyat yoluyla kimi anıt mabet dikerek kimi ateşin kullanıldığı çeşitli merasimlerle onun anısını yaşatma gayreti içinde oldular. Kişemaya’ların dinsel törenlerinde ateşli bir ev kullanılmaktaydı Mu nun batışını anımsatmak için, Mısır da alevli tanklar vardı, daha ilerleyen yıllarda Musevi törenlerinde ateş takdimleri yapılmaktaydı. Böylece kurban merasimlerinin daha sonra dejenere olan bilgilerle açığa çıktığını öğrenmekteyiz, çünkü Tanrının emri kesindir: Öldürmeyeceksin. Bu emir, Musa Peygamberin ünlü on emrinde de geçmektedir.

Ayrıca Mu dininde hiçbir sembolün hiçbir şekilde putlaştırılamayacağı öğretilmekteydi. Sembollerin yegane kullanılma nedeni yalnızca zihnin Tanrı’ya tefekkür ettiği konu üzerinde yoğunlaşmasına olanak sağlamak içindi. Yani bir tür konsantrasyon objesi olarak kullanılmaktaydı. Mu dininin teolojisi ya da dogmaları yoktu. Her şey basit, sade, en eğitimsiz bir zihnin kavrayabileceği şekilde bir dille öğretilmekteydi. Bütün bu teolojiler ve dogmalar, Mu battıktan sonra yani anavatan battıktan sonra ortaya çıkmıştır. Çünkü kontrol edici tesir ortadan kalkmıştı. Özellikle Mısır’daki rahiplik kurumları bu dejenerasyonu başlatmışlar ve Mısır’daki o korkunç karmaşık teolojik düzen ortaya çıkmıştır. Şunu da ilave edelim gene Mısırlı rahipler tarafından icat edilene kadar şeytan diye bir şey de Mu da bilinmemektedir. Yani Mısır’daki Seth, Hindistan’daki Shiva gene bu Hindu rahipler tarafından icat edilen ve saf Mu öğretisi içine sokulan bir dejenerasyondan ibarettir. Gene Mu dininde cehennem diye bir kavram da yoktu. Bu kavram da yine rahipler tarafından ana dine sokulmuş bir teşevvüşün ifadesidir. Sonuç olarak Mu dinini 4 ana maddede toplayarak bitirebiliyoruz. Tanrı tektir, her şeyi yaratandır, anlaşılamaz ve kavranılamaz. Ruh ve beden dualitesi kabul edilmektedir. Ruhun sonsuzluğu kabul edilmektedir. Enkarnasyon hakikati ve ruhun tekamülü kabul edilmektedir.

Üçüncü konumuz Mu’ nun kolonileri yani bugün adı bilinen medeniyetlerimizin asıl kökleri. Bu bölümü tek bir cümleyle özetliyim. Bugün bilinen bütün medeniyetlerin kökü Mu’ dur. Şimdi bu özeti kısaca açmaya çalışalım. Ancak öncelikle şöyle bir bilgi var onu da nakledeyim ; bundan yaklaşık 50.000 yıl önce Mu ülkesinin Telos bölgesinde evrensel hakikatlerin, sanatın ve kozmik bilimlerin öğretildiği ve bunlarla ilgili fikirlerin alınıp verildiği bir kurum vardı. Bu kurum bütün dünyanın anavatanı olan Mu’ nun kalbiydi. Orası en büyük mabet ve katıksız hakikatlerin, gerçek Sirius Kültürünün , kuruma girmeye layık kimselere doğrudan doğruya öğretildiği evrensel bir bilgi eviydi. Hakikatlerin ve bilgeliğin apaçık öğretildiği anavatan Mu’ dan bizlere kadar ulaşan bilgilerin yani orjinal ismiyle Naakaller’in , Mu nun yedi kızı vasıtasıyla geldiği bir gerçektir. Bu yedi kız, güneş kızları, Mu ülkesinin dışında teşekkül ettirilmiş olan kolonilerdi. Atlantis’te, Peru’da, Hindistan’da, Uygurlar’da, Tibet’te, Babil’de ve Mısır’da. Ve bunların çevrelerinde oluşmuş olan eğitim merkezleriydi. Bu merkezler gerçekten hakikat ve bilim yuvalarıydı. Bunlar adeta evrensel ışığın, evrensel zekanın beşeriyetle temas ettiği noktalardı.

Mu’ dan göçen bütün kolonilere Mayalar denmekteydi. Maya dediğimiz vakit biz Amerika’daki Maya medeniyetini anlamaktayız ancak Mu dan göçen her koloniye Maya denmekteydi. Kolonileşme Mu batmadan aşağı yukarı 70.000 yıl önce başlamıştı. Mu kolonileri için bir sembol oluşturulmuştu. Ufuktan doğan ancak henüz ışınları bulunmayan güneş. Bir numaralı resimde bunu gösteriyoruz. Bu koloni, yani Mu dan ayrılan bu koloni ana karanın denetimi altında kendini yönetecek kadar geliştiği zaman bir koloni imparatorluğuna dönüşüyor ve buraya hükümdar atanıyordu. Koloni imparatorluğuna dönüştüğü vakit de güneşine ışınlar ekleniyor ve ufuktan yükselen bir güneş halini alıyordu. Burada da hükümdarın sanı güneşin oğluydu. Bu anakara Mu’dan verilen bir semboldü.

Anakara yani Mu dünyayı nüfuslandırmaya başladığı zaman kuzey Amerika ve doğu Asya ilk kolonilerin kurulduğu bölgelerdir. Bu nedenle insanın kadim geçmişi ile ilgili ilk kayıtları Avrupa , Mısır , Babil ya da Afrika da değil , kuzey orta ve güney Amerika ile Asya’ da aramak daha isabetli olacaktır. James Churchward Tibet’ teki manastırlarda bazı haritalara da ulaşmıştır. Bu haritaların birinde güney Amerika kıtasını görmekteyiz. Bu haritaya göre ilk büyük koloni akışı 25.000 yıl önce güney Amerika’nın merkezinden gemilerle geçiyordu. Buradan geçerek Atlantis üzerinden kuzey Avrupa’ya, bir kol Afrika’ya ve İran’a kadar uzanmaktaydı. Ancak güney Amerika da o dönemlerde büyük bir iç deniz olduğunu görmekteyiz. Buna Amazon denizi denmekteydi, bu harita günümüzden aşağı yukarı 16.000 yıl önceyi göstermektedir. Aynı şekilde Brezilya’ daki ilk yerleşimler gene Mu’dan yapılan koloni göçleriyle olmuştu. Atlantik okyanusunda bulunan Mu kıtasının batışıyla birlikte bu Amazon denizinin bu okyanusta oluşan boşluğu doldurmak üzere sularının oraya hücum ettiği ve bu sayede bugün Amazon denizinin yerinde bugünkü Amazon nehri ve kolları ile Florida ‘nın ortaya çıktığını bilmekteyiz. Gene Kuzey Amerika’ daki Kızılderililerin kökeni yani Poeblo Kızılderililerinin, Hopilerin, Zunilerin, bütün bu Kızılderililerin kökenleri, gelenekleri, ortaya koydukları dinleri ve anlayışları da Mu ya dayanır. Mesela Hopi Kızılderililerinde güneşle yani Tanrı’nın kollektif sembolüyle tanrının kendisi birbirinden net olarak ayrılmıştır. Bu şekilde orta Amerika ya geldikleri zaman onların gayet yüksek ve eğitim görmüş insanlar olduğunu söyleyebiliyoruz. Afrika’daki zencilerin kökleri de yine anakara Mu’ nun güney batı bölgelerinden yapılan göçlerle oluşmuştur.

Mu dan batıya yapılan göçlerde 3 tane büyük kol gözükmektedir. En kuzeyden gelen kol Uygurlar daha sonra Nagalar Hindistan’ı oluşturmuş ve Tamiller Mısır’ın ilk atalarını oluşturmuştur. Mısır gizemin ve gizemli bilimlerin ülkesi ve eski Grek bilgelerinin felsefesinin beşiği olarak ortaya çıkmaktadır. Mu battıktan sonra Hindistan da bu bilgileri yıllarca korumuş fakat anakaranın devreden çıkmasıyla zaman içinde Bunlar da Brahma rahiplerinin dejeneratif etkileri sonucunda bugünkü haline gelmiştir. Günümüz tarihçileri Hindistan’da çok eski bir medeniyetin olduğu konusunu göstermekte maalesef başarılı değillerdir. Onların bilgilerine göre Hindistan’ın tarihi günümüzden 3.000 yıl öncesine gitmektedir. Halbuki elimizdeki bilgiler bu tarihin 35.000 yıl öncesine dayanmakta olduğunu göstermektedirler. Buna göre Akat’ların, Sümer’lerin, Babil’lerin ve yukarı Mısır’ın ancak Hindistan’ın çocukları olduğunu söyleyebiliriz. Bunları gösteren binlerce tablet binlerce kayıt ve özellikle Hinduların Heredot’u sayabileceğimiz Valmiki’nin Ramayana Destan’ındaki kayıtlar mevcuttur. Tabi ki bu destanlara, bu geleneklere , bu efsanelere çağdaş bilim son derece kısır bir anlayışla ve sembolizmi çözme bilgisinden yoksun olarak yaklaştığı için bu bilgilere ulaşmak mümkün olmamaktadır.

Büyük Uygur İmparatorluğuna yani en kuzey göçe geldiğimiz vakit bunun güneş imparatorluğu Mu ya ait en büyük ve en önemli koloni imparatorluğu olduğunu görmekteyiz. Bunun doğu sınırı Pasifik okyanusuna kadar dayanmakta batı sınırı ise Avrupa’nın içlerine kadar uzanmaktaydı. Güneyde ise Çin’e , Hindistan’a ve Pers ülkesine kadar uzanıyordu. Uygur İmparatorluğunun zirvesini yaşadığı dönemde henüz dağlar yeryüzünde yükselmemişti. Bu dönemde bütün yeryüzü düz ve denizden yükseklik 5-6 metreyi geçmemekteydi. Bugün Gobi çölü olan yer o zaman zengin ve sulak bir bölgeydi. Başkent de bu bölgedeydi. Buraya bugünkü adıyla Karakota denmektedir. Şuanda yapılan kazılarda burası 15 metreyi aşan kum, çakıl ve deniz kabuklarıyla kaplanmıştır. Bu oradan bir büyük tsunaminin, bir büyük dalganın geçtiğini göstermektedir. Bunu zaten çağdaş bilim de kabul ediyor.

Bütün doğu ülkelerinde karşımıza çıkan efsaneler şöyle der: Himalaya dağları da dahil olmak üzere Orta Asya’ nın tamamı bir zamanlar düzlüktü ve verimli, tarıma elverişli alanlar, ormanlar, göl ve nehirlerle kaplıydı. Mükemmelen inşa edilmiş caddeler ve kervan yolları çeşitli kent ve kasabaları birbirine bağlamaktaydı. Bugün ise Gobi çölünün, tufanın (bu Tevrat’taki son tufandır) tüm toprağı söküp, yerine çıplak kayalar bıraktığı kısımlardan meydana geldiği görülmektedir.

Bir Tibet manastırındaki eski kayıtlar şöyle demektedir: Uygurların başkenti, tüm insanlarıyla birlikte, imparatorluğun doğu yakasını boydan boya etkileyen ve her şeyi yok eden bir tufan tarafından yok edildi. Bu eski kayıt kesin jeolojik kanıtlara da sahiptir. Başkentin çatılarından eski Karakota ‘nın temellerine dek tüm bir katman kaya, çakıl ve kumla kaplı. Su basmasının meydana getirdiği bu durumu dünyanın her yerindeki tüm jeologlar kabul etmektedirler. Bu son tufanın , son manyetik felaketin kuzey dalga akışıydı. Ancak şunu ifade edelim ki, dev tsunamilerin en büyüğünün bile boyu 60 metreyi geçmediği; ancak bugün orta Amerika’da bulunan Peru da Tiahunako kentinin de aynı şekilde böyle kum, taş ve çakıldan oluşan bir katmanla örtüldüğünü görmekteyiz yani 3000 -4000 metre yükselmiş olan bölgelerin üstünden denizin geçtiği gözükmektedir oysa hiç bir dev dalga 3000 m yükseklikte bir dağı aşacak yükseklikte mümkün değil olamayacağını da hesaba katarak dünyanın o zaman dağlardan yoksun bir jeolojik konuma sahip olduğu ifade edilmektedir. Daha sonra bu manyetik hareketin ve depremlerin hitamında yeraltı gaz kuşakları tarafından bugünkü sıra dağlar oluşmuştur.

Japonlar da anakaranın iki beyaz kabilesinden biri olan Kişe Maya’lardan meydana gelmekteydiler. Japon dili incelendiğinde % 40 oranında Maya kelimelerinden oluştuğu görülmektedir. Bugün Orta Amerika’daki Mayalar ile Japonların tercümansız anlaşmaları mümkündür. Ayrıca Japon bayrağındaki güneş, onlara ana karanın, Mu’ nun bir yadigarıdır. Çünkü Mu’nun amblemi bildiğiniz gibi bir güneşti. Tibet ,gene Mu kökenli kolonizasyonun oluşturduğu bir medeniyettir. Bugün özellikle Tibet dağlarındaki manastırlarda bu bilgilerin korunduğu çok özel arşivler mevcuttur. Bunlar da belki günü geldiğinde dünya beşeriyetine açıklanacaktır. Çin uygarlığı da dünyanın en eski uygarlıklarından biri olarak düşünülür ve kabul edilir. Çağdaş bilim onların geçmişini günümüzden 5000 yıl ötesine çekmektedir ve genellikle Çinlilerin kendi medeniyetlerini kendilerinin ürettiği zannedilmektedir halbuki bu doğru değildir. Onlar da babaları tarafından gelen bir mirastan nasiplenmişlerdir yani Uygurlardan. Yeryüzünün tarihsel açıdan en önemli noktalarından biri olan Babil de anakaranın kolonilerinden biriydi ve hem doğudan hem de batıdan gelen göçlerin birleştiği nokta olarak Babil de adeta anakaranın kolonilerinin doğu ve batı hatları buluşmaktadır. Böylece tüm dünyanın çevresinde tam bir insan çemberi oluşmuştur. Babil bu insan çemberinin kapandığı buluştuğu bir noktadır. Güney Mısır’ın Hindistan’dan akan bir koloni tarafından oluşturulduğunu Kuzey Mısır’ın da Atlantis üzerinden gelen bir Mu kolonisi tarafından oluşturulduğunu görmekteyiz. Sümer’lilerin de gene aynı kökenden geldikleri ifade olunmaktadır. Aynı şekilde tarihlerinin henüz tamamı gün ışığına çıkmayan Greklerin de ki elimizdeki bilgiler tarihlerinin 15.000 yıl öncesine gittiğini söylemektedir, tıpkı Mısır’lılar gibi geçmiş dönemlerine gidildikçe medeniyetin daha yükseldiğini görmekteyiz, yani bugün Mısır bilimcileri Mısır tarihini incelediklerinde ne kadar geçmişe giderlerse medeniyetin o kadar daha mükemmelleştiğini görmekteler aynı şey eski Yunan için de böyledir. Son olarak Greklerle ilgili Eflatun’un bir ifadesi ile bu kolonileşme bölümünü toparlayalım; Atinalılara hitap ediyor ve şöyle diyor: “Bize anlattığı soy kütüklerine gelince bunlar bizim için çocuk masalı hükmündedir, çünkü her şeyden önce siz bir tek tufan hatırlıyorsunuz oysa çok sayıda tufan meydana gelmiştir.”

Grekler de tıpkı Mısırlılar gibi yeryüzündeki en eski insandan geldiklerini söyleme hakkına sahiptirler. Takip edilebildiği kadarıyla asıl Grekler, Mu’ dan Atlantis yoluyla Orta Amerika’dan gelmiş ve ilk yerleşimlerini Anadolu, Balkanların alt kısımları ve o günlerde varolan Ege Adalarında kurmuşlardı. Greklerin özgün sembolü olan Grek haçı, Mu’ nun kraliyet armasının da asıl figürüydü.

Mu kıtası Pasifik okyanusunun nerdeyse yarısını kaplayan muazzam büyüklükte bir kıtaydı ve Mu’ nun batışıyla birlikte bazı yerlerde okyanus tabanı binlerce metre aşağı inmişti çünkü 9500 km boyunda ve 4800 km eninde dev bir çukura hücum eden sular tüm çevredeki suların bu çukura çekilmesine yol açtı. O dönemde, yani günümüzden 12.000 yıl önce Atlantis kıtasında da benzer, jeolojik hareketlerden dolayı çökmeler meydana gelmekteydi. İşte böylece Atlantis’in batışıyla güney Amerika’daki Amazon denizinin sularının Atlantik okyanusunu doldurduğu gibi burada da çok büyük bir su akımı oluştu. Yeraltındaki büyük gaz kuşakları Mu kıtasını yerüstüne çıkartmış olduğu gibi yüz binlerce yıl sonra aynı kuşakların yeraltı hareketleri batışına yol açmıştır. Ve bu gaz kuşaklarının yer değiştirmesi bu arada büyük volkanik hareketlere ve dev tsunamilere de yol açıyordu. Bu volkanik hareketler vasıtasıyla aşağı yukarı 4.5 km yi bulan yer altından gelen ateş kitleleri oluşmuştu ve okyanustan yükselen ve kıyılara doğru saldıran dev dalgalar tüm canlıları ve şehirleri yutarak ova içlerine doğru ilerlediler. Kayıtlardan okuyorum;gece boyunca tüm karalar ortalarından yarıldı ve parçalara ayrıldılar ve ülke dibe gömülmeye başladı,daha aşağılara, ateşten bir göle doğru indi. Koskoca kıta parçalar halinde ateşten ibaret bir uçurumun içine düştü ve her taraftan saldıran alevler tarafından yutuldu. Ateşler adeta kurban istiyorlardı ve Mu üzerindeki 64.000.000 kişi ile ateşlere kurban edildi. Mu yavaş yavaş dipsiz uçuruma doğru çökerken talepte bulunan bir başka güç daha vardı. 80.000.000 metre küp su. Dev su kütleleri dört bir yandan hücum ettiler ve bir zamanlar ülkenin merkezi olan bir yerde kaynar halde buluştular. Mu , insanın ana vatanı, bütün o tapınakları, şehirleri, sarayları, harika sanatları, ilimleri ve her çeşit ustalığıyla birlikte maziye karışmış , ölümcül sular vasıtasıyla örtülmüşlerdi. İşte Mu böylece yok olmuştu. Ana kaynağın yer yüzünden silinmesi bütün bu kolonileri de etkiledi. Nerdeyse 13.000 yıl boyunca bu büyük uygarlığın üzerinde kalın bir perde çekildi. Kıta battığı zaman bazı sırtlar ve yükseltiler su yüzünde kalmıştı bunlar bugünkü ada topluluklarını oluşturmuşlardı fakat volkanik hareketler devam ettiği için bunlar da zaman zaman değişime uğramaya devam ediyorlardı. Bu kara parçacıkları izin verdiği ölçüde üzerinde kaçabilen insan toplulukları tarafından istila edilmişlerdi. Burası işte bugün ki Pasifik okyanusu haline gelmişti.

Tüm insanlığın beşiği yeryüzünün tek hakiminden geriye kalan az sayıda kişi her şeylerini kaybettiklerini gördüler , hiçbir şeyleri kalmamıştı, ne giysi, ne alet edavat, ne yiyecek , ne barınak, yalnızca bir parça toprak. Yaşamak isteyenlerin bir tek seçeneği vardı ; yavaş yavaş vahşiliğin alt kademelerine doğru indiler. Ve en azından bir süre için hemcinslerinin etleriyle beslenmek durumunda kaldılar yani vahşiliğin ve yamyamlığın tohumları da böylece atılmış oldu. Medeniyetin zirvesine ulaşmış bir topluluk vahşiliğin en alt seviyelerine inmeye başlamıştı. Her şeye rağmen geçmiş ardında, gelecekte tanınmak üzere bazı işaretler de bırakıyordu. Bu dönemde Meksika vadisindeki uygarlıklar da Atlantis’in batması ile okyanustan gelen dev dalgalar ile süpürülüyordu.

Mısır’ın Ölüler Kitabının, Mu’nun yok oluşuyla hayatlarını kaybeden insanlara Mısır’ın ve tüm insanların ilk atalarının anısına yazılmış bir kitap olduğundan bahsetmiştik. Şimdi geçmiş ve yakın çağlarda tüm dünyada yaygın olan atalara ibadetin kökeninde anavatana duyulan sevgi ve bağlılık, eski atalara duyulan o sevgi ve saygıdan ve hatta bu çiçek bırakma merasimlerinin gene arşetipik semboller olarak bize kadar geldiğinin bir ifadesi de bugün ölülerimizin kabrini ziyaret ettiğimizde bir demet çiçek bırakmamız olarak gelmiştir. Yani bunun da geçmişinde böyle bir gelenek olduğu ifade edilmektedir. Mısır’ın Ölüler Kitabının adı Permehuru diye geçiyor. Bunu Churchward şöyle okuyor, Per ekini geri kalma yönünde, – huru yu da gün, ve -me yi de Mu anlamında yoruyor ve dolayısıyla bu birleşik kelimeyi ‘Mu günden geri kaldı’ anlamında okuyor. Yani Mısır ‘ın Ölüler Kitabı’nın gerçek adı Mu günden geri kaldı idi. Bu ifade Mısır’ın Ölüler Kitabının Mu ‘nun yok oluşuyla birlikte hayatlarını kaybeden 64.000.000 kişinin anısına ithaf edilir ifadesini de desteklemektedir.

Mu’nun önce amansız depremlerle sarsılarak parçalara ayrıldığını ardından da yeraltındaki alevlere doğru gömülerek bir ateş çukuruna düştüğünü ifade etmiştik. Şimdi Ölüler Kitabı’ndan alacağımız bazı sembolleri deşifre ederek çevirelim ve aradaki bağlantıyı gösterelim. Mısırlı rahiplerin, Ölüler Kitabı’yla ilgili yorumlarında ateş denizini dejenere ederek bunun bir cehennem çukuru, cehennem ateşi olduğu şeklindeki ifadelerinin aslı böyle değildir, bu şekil Mu’ nun yıkımını tanımlamaktadır.

Bir numaralı kanca gibi olan şekiller ateşin alevini gösteren bir Mısır sembolüdür. İki numaralı dikdörtgen anavatanın hiyeratik M harfi, onun alfabetik ve geometrik sembolü olduğunu zaten biliyoruz, nerden biliyoruz, bu Nagamaya dilindeki sembolik okumalardan biliyoruz. Dikdörtgen olan her eski çizim Mu’ nun ifadesidir. Ve Mu yerine kullanılan en yaygın sembollerden biridir, onun içinde bir dikdörtgen daha var , bu uçurum veya çukur ateşlerle doludur. Böylece bu şekil şöyle okunmaktadır: Mu bir ateş çukurunun içine batmış, batarken ateşin alevlerince kuşatılmış ve yutulmuştur.

Gene Mısır’ın Ölüler Kitabından bir başka figürü ele alalım. Çok sık kullanılan bu geleneksel figürde en çok göze batan bir sunak , sunağın üstünde batan bir güneş , onun üzerinde de taç yapraklarını kapatmış ölü bir lotus çiçeği. Lotus çiçeği Mu’nun çiçek sembolü idi. Bu birleşik sembol Mısır’ın Ölüler Kitabı’nda en çok rastlanan çizimlerden biridir. Ve bütün kitap boyunca lotus hep kapalı ve ölü olarak çizilmiştir. Yani bu Mu’nun battığının ifadesidir. Bir numaralı çizim Mu’ nun geleneksel sunak şekli , iki numara kutsal lotus sembolü kapalı durumda, üç ışık saçmayan güneş, güneşin battığını ve ufukta kaybolduğunu göstermektedir. Mu’nun yani lotusun altına çizilmesi, güneşin Mu ufkunda kayboluşunu ifade etmektedir. Yani; güneş ölü Mu medeniyeti üzerinde bir daha çıkmamak üzere batmıştır.

(66)