Menü

Mevlana ve Felsefesi

30 Ocak 2017 - Ünlü Bilgin ve Düşünürler

Bir şeb-i aruz sonrası,

“Yabancı değil, sizin köyün halkından
Bir dostum, semtinizde bir yer arayan!.
Düşman da görünse çehrem, olamam düşman,
Acemce söylesem de Türküm aslen.”

Diyen ve bir Türk mutasavvıfı olan Mevlana Celaleddin-i Rumi yi bir nebze olsun tanıyabilmek ,düşüncelerini anlayabilmek için öncelikle onun yaşamış olduğu zaman dilimini, bu zaman içinde yaşadığı hayatı, hayatındaki safhaları bu safhalarda verip aldıklarını, kısaca gözden geçirmenin uygun olacağı inancındayım.

İlk olarak MEVLANA sıfatı üzerinde durmak istiyorum. Mevlana Arapça da MEVLA’dan anlamına gelen ve sarıklı ulemaya hitap da kullanılan bir kelimedir. Bir çok mevlana mevcuttur. Ancak Celaleddin-i Rumi ile bu sıfat o kadar iç içedir ki MEVLANA denilince cümlemizin aklına Celaleddin-i Rumi gelmektedir.

Doğum tarihi bir miktar tartışmalı ise de genellikle kabul edilen; 1207 tarihinde HORASAN’ın BELH şehrinde doğmuş olduğunu söyleyebiliriz.

Onun doğduğu ve büyüdüğü tarihlerde dünyanın yaşadığımız bölgesi ve yakın çevresi büyük bir istikrarsızlığı yaşamaktadır. MOÐOL istilası insanlarda korku ve güvensizlik dolu bir yaşam tarzı geliştirmiş, göç, sürgün ve ümitsizlik bu tarzın ayrılmaz bir parçasını teşkil etmiştir.

Bu zor duruma Mevlana’nın hayatının büyük kısmını geçirdiği Selçuklu İmparatorluğu’nun da yıkılmak üzere olduğunu eklemek gerekecektir.

İşte böyle bir dünyaya 1207 tarihinde gözlerini açan Mevlananın Babası Sultan ül ulema namıyla anılan Bahaeddin Veled bin Hüseyin Bin Hatibi, Annesi ise, BELH Emiri Sultan Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur. Hz. Mevlana anne ve babası tarafından devrinin ve bulunduğu yerin seçkin ve kültürlü bir ailesine mensuptur.

Bahaeddin Veled kimine göre Moğol istilasından, kimine göre ise kayınpederinin Harzem Şahı ile arasının açılmasından dolayı ailesi ve müritleri ile beraber Belh şehrinden göçe karar verir ve önce Bağdat’a gelirler.

Bahaeddin Veled Bağdat dan hac görevini ifa için ayrılır, daha sonra Şam, Halep ve Erzincan’a uğrayarak Akşehir üzerinden Larende’ye bugünkü ismi ile Karaman’a gelir ve yerleşir. Bütün bu yol boyunca babası ile beraber olan Mevlana, hem geçtikleri yerlerden hem de babasının yakın çevresinde bulunan kişilerden etkilenmiş görgü ve bilgisini arttırmıştır. Bu arada evlenme çağına gelen Mevlana Karaman da Belh şehrinden beri beraber oldukları Şemseddin Lala Semerkandi’nin kızı Gevher Hatun ile evlenmiş, bu evlilikten iki erkek çocuğu Sultan Veled ile Alaaddin Mehmet dünyaya gelmiştir. Devrin hükümdarı Alaaddin Keykubat’ın ısrarlı davetini sonunda kabul eden Sultan-ül Ulema , Mevlana, eşi ve çocukları dahil olmak üzere ailesi ile beraber yedi yıl kaldığı Karaman’dan ayrılır ve Konya’ya yerleşir. Konya’da babasının etrafında büyük bir ilim muhiti bulan Celaleddin-i Rumi asrın alimleri ile beraber olmanın mutluluğu içinde onlardan çok şey öğrenmeye çalışmış, babasının 1231 yılında ölümü üzerine onun yolundan yürümeye başlamıştır.

Babasının eski öğrencilerinden Tirmizli Seyyid Burhaneddin Muhakkik ile buluşuncaya kadar tam bir şeriat insanı olarak vaaz vermiş, fetva çıkarmış ve şeriat hükümlerini uygulamıştır. Seyyid Burhaneddin Şeyhini aramak için Konya’ya geldiğinde Onun öldüğünü yerini de oğlu Celaleddin’in aldığını öğrenir, bundan mutluluk duyar ve 9 yıl kadar bir süre Mevlana’nın yanında kalır.

Bu süre içerisinde Mevlana kendisinden çok şey öğrenir. Gene bu süre içerisinde Seyyid Burhaneddin’in de etkisi ile Şam ve Haleb’e giden Mevlana, Halavi’ye medresesine devam eder ve Konya’ya döner. Artık Camilerde vaaz veriyor, Medrese de fıkıh ve din hakkında dersler anlatıyordur.

Mevlana’nın bu düzenli hayatı Seyyid Burhaneddin’in Konya’dan ayrılarak Kayseri’ye dönmesinden sonra da devam etmiştir.

Ancak 1244 yılında günlerden bir gün Konya’ya gezgin bir derviş gelir ve Şekerciler hanına yerleşir. Bu derviş Tebrizli Şems adıyla tanınan Şemseddin Muhammed Tebrizidir.

İster iplikçi camiinin önünde olsun; isterse Şekerciler hanındaki peykede bu iki veli bir vesile ile karşılaşırlar.

Şems-i Tebrizi bir sual sorar, Mevlana cevaplar; Bu cevabı takiben kucaklaşan bu iki insan altı ay kadar sürecek bir dost sohbetine çekilirler.

İşte bundan sonra Hz. Mevlananın daha önceki düzenli yaşantısı tamamen değişir. Artık medresede ders vermiyor. Camide Vaaz etmiyor. Müritleri ile ilgilenmiyordur. Tek ilgi noktası Şems’dir.

İbdida – name de oğlu Sultan Veled;
“Şemsin yüzünü görünce aydın gibi sırlar ona açıldı, görülmemiş şeyleri gördü, kimsenin duymadıklarını duydu. Ona görül verdi, elden çıktı. Yanında yücelik ile aşağılık bir oldu.” diyor.

Abdülbaki Gölpınarlı ise buluşma ve sonrasını şöyle anlatır. “Mevlana Şems ile buluştuğu zaman adeta yıkanmış, arınmış suyu, zeytinyağı konmuş, fitili bükülüp yerleştirilmiş ve yeri neresi ise oraya asılmış bir kandildi. Yanarsa bütün dünyayı aydınlatacak ne ışığı azalacak, ne yağı tükenecek, nuru günden, güne parlayacak, ıssılığı andan, ana artacaktı. Fakat bir kibrit, bir alev, bir şule lazımdı kandili yakmaya. Ve işte Şems bu görevi yapmıştır. Ama o kandil yanınca kendisi de bir pervane kesilmiş varlığından geçip gitmişti.”

Mevlana’daki bu değişiklik halk tarafından hoş karşılanmaz.

Bu hoşnutsuzluk nedeni ile Şems-i Tebrizi 1246’da Konya’dan ayrılır. Bu ayrılık Hz. Mevlana’yı, içine kapalı kimse ile görüşmez bir kişi yapar.

Bir süre sonra Şems’in Şam’da olduğunu öğrenir. Oğlunu Şam’a gönderir. Oğlu Şems-i yeniden Konya’ya dönmeye razı eder. Dönüşü müteakip Hz. Mevlana eski coşkulu yapısına kavuşur. Ancak halkın hoşnutsuzluğu yeniden şehri sarar. Bu sefer hoşnutsuzlar arasına Mevlana’nın küçük oğlu Alaaddin Çelebi de katılmıştır.

Günlerden, bir gün Şems Sultan Veled’e :
“Bir gün öyle bir suretle kaybolacağım ki kimse beni bulamayacak.” der. Ve 1247 yılında aniden ortadan kaybolur. Bir daha da bulunamaz. Bu ortadan kaybolma hakkında muhtelif rivayetler mevcuttur.

Hz. Mevlana Şems-i tamamen kaybettiğini anlayınca eskisi gibi derslerine döner. Artık Şems-i kendi mevcudiyetinde aramaktadır.

Bir gün kuyumcular çarşısından geçerken bir dükkanın içerisinden gelen ritmik bir ses onu dükkanın önünde durdurur. Bu ritme uyarak sema etmeye başlar. Dükkan Selahaddini Zerkubinin dükkanıdır. İçeride çırak altın varak dövmektedir. Zerbuki çırağına devam etmesini, ritmi bozmamasını tembihler dükkanın önüne çıkar. Ve semaya katılır.

Hz. Mevlana bu sefer, onda Şems-i bulmuştur. Böylece başlayan sohbet dostluğu Zerkubi’nin ölümüne kadar 10 yıl devam eder bu arada oğlu ile Zerkubi’nin kızını evlendirir.

Zerkubinin ölümünden sonra halifelik makamını Urmiyeli Çelebi Hüsameddin Bin Ali Türk’e verir.

Hüsameddin Çelebi Hz. Mevlana’nın ölümüne kadar 10 yıl süre ile onun yanında bulunur. Bu 10 yıllık süre Mevlana’nın en verimli dönemidir. En büyük eseri olan MESNEVİ bu dönemde Mevlana’nın söylediklerinin Hüsameddin Çelebi tarafından kaleme alınması suretiyle tamamlanmıştır.

İlk 18 beyit ise Mevlana tarafından yazıya alınmıştır.
Mevlana Mesnevi tamamlandıktan kısa bir süre sonra 17 Aralık 1273’de varlık alemine göçmüştür.

Bu hayat serüveni içerisinde başlıca beş eser vermiş olup. Bunlar;

1. Fihi Ma Fih (Ne varsa içindedir)
Mevlana’nın çeşitli yerlerde verdiği derslerde yaptığı sohbetlerin toplanmasından meydana gelmiştir.

2. Divan-ı Kebir
Şems’in ilk kayboluşundan sonra söylediği gazel ve rubaileri kapsar 40.000 civarın da beyiti havidir.

3. Meclis-i Saba (Yedi öğüt)
Mevlana’nın kürsüden verdiği vaazlar ile sohbetlerinin toplanmasından meydana gelmiştir.

4. Mektubat
Devrin yöneticilerine, kadı ve müritlerine yazdığı mektuplardır. 147 civarında mektubu ihtiva eder.

5. Mesnevi
26.000 beyiti havi 6 ciltlik en büyük eseridir.

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız hayat yolunda yürürken meydana getirdiği beş eseri ile; gününün insanları üzerinden, kıyamete kadar yeryüzüne gelecek bütün insanlara hitap eden bu büyük mutasavvıf; Hayatını Kur’an ve Peygamber sözüne endekslemiştir Ancak O, yaşarken, günü yaşayan, dünya nimetlerini de göz ardı etmeyen: Beyni ve elleri ile Allah’a ulaşmaya çalışırken, ayakları ile yaşadığı dünyayı hisseden bir alimdir.

Tasavvufta, İNSAN, varlığın gayesi ve sonudur. Her şey Tanrıdan gelir ve Tanrıya dönecektir. İnsan aşk merdiveninden Tanrıya basamak, basamak yükselir Mevlana’ya göre aşk yaratıcının vasıflarındandır. İnsan, neyi, kimi severse sevsin bu sevgi aslında gerçek varlığadır. Bu sevgi insanı hırstan, benlikden kurtaracak tek yoldur. Gerçeğe ancak bu yolla ulaşılabilir.

Celaleddin’e göre aşk bir haldir. Anlatılamaz, ancak yaşanır. Bu nedenle;
Aşk, diyorsunuz nedir bu aşk dediğiniz diye soran bir müridine sadece:
“Ben ol da bil” demiştir. Divan-ı Kebir Mevlana’nın yaşadığı bu aşk halinin şiirleri ile doludur.

Ancak Mevlana’ya göre gerçeği arayan kişinin dünyadan, dünya nimetlerinden kaçmasına gerek de yoktur. Çünkü, dünya Tanrının tezahürüdür.

Kaçınılması gereken ise sadece gaflettir.

“Bizde riyazat yoktur. Yolumuz baştan başa yaşayış yoludur. Huzur ve Barıştır.” der.

Bütün yaşantısı bu bakımdan diğer sufilerin dışındadır. Mevlana ayakları yerde olan gerçekçi bir mutasavvıftır. Dünyayı, görerek, duyarak yaşamıştır. Bütün söyledikleri Dünya ile yeryüzü ile ilgilidir. Mevlana’da tasavvuf yaşayan bir ahlak sistemidir.

Ona göre dinlerin gayesi birdir. Ayrı olan sadece gidiş yollarıdır.
O, sadece tevekkül ile yaşanan bir hayatı da kabullenmez ve Peygamberin bir hadisine işaret ile;
“Dedi Peygamber yüksek haykırışla,
Tevekkülle beraber, devenin dizini bağla.”

Onu tanımak, onun fikirlerini anlamakla ancak mümkündür. O da sadece onun satırlarında gizlidir.

Galiba artık sözü ona bırakmanın zamanı geldi.

Mevlana bütün sözünü insana söylemiştir. Onun için insan en yüce yaratıktır. İnsan Allah’ın ruhundan üflediği özel olarak yarattığı ve dünya üzerindeki nimetleri kullanımına tahsis ettiği bir varlıktır.

“Sen cihanın hazinesisin, cihan ise yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelisin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki, alemi, meşale ve ışık kaplamış, çakmaksız ve taşsız olduktan sonra o, iğreti bir rüzgârdan başka nedir, (rubailer, rubai 226)”.

“Tanrı’nın adlarından biri El-Mümindir. İman eden kula da mümin denir. Mümin, müminin aynasıdır demek, Tanrı onda, o aynada tecelli etti demektir.

(Eflaki 1/461)” diyen Eflakiye bakın nasıl katılıyor Mevlana: “Gözümüze bak da hakkın cemalini gör, çünkü bu, gerçeğin kendisi ve katıksız bilginin ışığıdır. Hak da kendi güzelliğini bizde seyreder. Sakın bu sırrı açıklama, kanını yerlere dökerler (rubailer 1272)”.

“Murat sensin. Neden oradan – buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sakın sen, ben deme, hep sen diye söyle. Senlik, Oluk şaşkınlıktan ileri gelir. Göz dürüst görürse, Sen, O olursun, O da sen olur (rubailer, 1272)”.

“Büyük alim, kainat, kudretle bir sihir yaptı da; Cismini küçücük bir suret içine gizledi. Güneş insan şekliyle yüzünü örttü, insan şeklinde gizlendi, (Mesnevi C.1.)”.

“İnsan bir hamur teknesi boyundadır, ama, gökten de üstündür.
En güzel şekil olan insan şekli,
Aslandan da yücedir, üstündür. Düşünceye sığmaz.
Bu paha biçilmez şeyin değerini söylesem, bende yanarım, duyanda yanar (Mes.C.VI)”.

İşte Mevlana’nın böyle tasvir ettiği Tanrının en güzel yaratığı insan Kutsal kitaplara göre kainatın yaratılmasının son gününde yani altıncı gün dünya üzerine Tanrı tarafından gönderilmiştir.

Demek oluyor ki insanoğlu yeryüzüne geldiğinde hava, su, toprak, bitkiler ve hayvanlar yeryüzündedir. Güneş doğmakta, ay geceyi ışıklandırmaktadır.

Hava zaman zaman sıcak, zaman zamansa soğuktur. Dünya üzerinde bir çok renk vardır Siyah ve beyaz renk en dikkat çekici iki renk olarak insanın ilgisini çekecektir.

Tanrı istese idi her şeyi tek renk yaratabileceği gibi, canlıların boylarını, renklerini, kilolarını aynı olarak yaratır. Her şey diğerinin eşiti olurdu.

Oysa ki Kainat Tanrı tarafından zıtlıklar manzumesi olarak yaratılmıştır. Hava hep sıcak olsa idi insan oğlu soğuk kavramını algılamayacak, hep gündüz olsa, gece tarif edilemeyecekti.

Her canlı aynı boyda olsa idi kısa ve uzun kavramları temelsiz kalacaktı.

Dünya hep iyilikler ile dolu olsa idi kötü tarif dışı kalacak belki de o durumda, iyi de anlamını yitirecekti.

İşte bu zıtlıklar dünyasında, Tanrının özene bezene yarattığı insanoğlu da zıtlıkları bünyesinde toplayarak yeryüzünü şereflendirmiştir.

Yüce Allah Kur’anı Kerimin MEARİC Suresinin 19 uncu ayetinde :
”İşin gerçeği şu ki insan; aceleci, sabırsız, tahammülsüz yaratılmıştır.”

20 inci ayetinde :
“Kendisine kötülük – hoşnutsuzluk dokununca, basar bağırır.”

21 inci ayetinde ise :
“Kendisine hayır ve nimet ulaşınca ondan başkalarının yararlanmasına engel olur.”

Demekte ve yaratmış olduğu insanoğlunun bazı zaaflarını böylece ona duyurmaktadır.

Öncelikle şu noktayı belirtmekte fayda olduğu inancındayım, Tanrının bu özel varlığı gene Tanrı tarafından önce bir kalıp yani beden olarak yaratılmış sonra bu bedene Tanrı ruhundan üfleyerek ona can vermiştir. Kutsal kitaplar böyle anlatıyor yaradılışı.

Demek ki insanoğlu dünyada kalıbı ve Tanrı vergisi ruhu ile beraber yaşamaktadır. Yukarıda belirtmiş olduğumuz gibi Tanrı yarattığı her şeyde zıtlıklara yer vermiştir İnsanoğlunun ruhu da zıtlıkları ve yukarıda söylediğimiz ve bizzat Tanrının Kur’anı Kerimde bildirdiği zaafları bünyesinde taşımakta, insan kalıbı içerisinde bu zıtlıklar ve zaaflar ile beraber hayatını idame ettirmektedir.

İşte ruhumuzdaki en büyük zıtlık iyilik ve kötülük kavramlarında kendisini göstermekte olup daha sonra insanoğlu, günah ve sevap kavramları ile tanışmaktadır.

Gene burada bir sual akla gelebilir. Tanrı hep iyi yaratamaz mı idi. Pek tabii ki, yaratabilir ve her şey iyi olurdu belki. Ancak Tanrı insandaki iyi ve kötü, güzel ve çirkin zıtlıklarını onun ruhunda oluştururken, Ona bir taraftan da sesleniyor:

Ey kulum ben sana akıl verdim diyor.

İşte yeryüzündeki insanoğlu o mükemmel varlık, iyiyi, güzeli, kötü ve çirkinden ayıracak ve kendisi doğruyu bulacaktır.

Pek tabidir ki doğru aranırken yol göstericilere de ihtiyaç vardır. Ancak yol doğru, yol gösterici uygun olmalıdır. İşte Hazreti Mevlana bu yol göstericiler içerisinde bütün dünya için çok önemli bir kilometre taşıdır.

Şimdi gene bu yol göstericiye dönelim :

İnsana ilk yapması gereken iş olarak kendini tanımasını öneriyor.

“Bir can var canında o canı ara!
Beden dağındaki gizli mücevheri ara!
Ey yürüyüp giden dost bütün gücünle ara!
Ama dışarıda değil, aradığını kendi içinde ara!”

Demek ki insana ancak kendisi yardım edebilecektir doğruları bulmakta.

Onunda yolu kendini bilmekten geçmekte olup yeryüzünün en zor uğraşı olarak karşımıza çıkmaktadır.

Her saban aynaya baktığımızda kendimizden acaba ne kadar memnun görünüyoruz.

Kendimizden olan şikayetlerimizi azaltabildiğimiz miktarca kendimizi bilme yolunda bir adım daha atmış olacağız.

Hz. Mevlana yol göstericiliğini eserlerinde dile getirmeğe çalışmış; genellikle anlatılarını hikayelere bina etmiştir.

İnsanın kendini tanımasının bir önemli adımı da bilgili olmasıdır.

Mesnevi de bilgi konusunda bakın neler diyor:

“Cahil, yolda daima eğri gider, daima yampiri yürür.
Sevgi bilginin sonucudur,
Noksan bilgide fark ve temyiz yoktur.
Şimşeği, güneş sanır.
Taklitten doğan bilgi, canımıza vebaldir, eğretidir.
Can, tecrübe ile sabittir ki, bilgi sahibi olmaktan ibarettir. (Mes. C.II.)”

“Bilgili adamın uykusu ibadetten üstündür.
Hele insanı gafletten uyandıran bilgi olursa.
Bilgi, uçsuz, bucaksız ve kıyısız bir denizdir.
Bilgi isteyense, denizde dalgıçlık edene benzer. (Mes. C.VI.)”

“Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır.

Aptallık ve bilgisizlik YIRTIÐI, yama kabul etmez.
Ey öğütücü, ona hikmet tohumunu saçmadan önce,
Onu yamasız, yırtıksız hale getir. (Mesnevi 2264-2265 beyit)”

“Ne mutlu o göze ki; Akıl, onun başında buyruktur.

İşin sonunu görür, her şeyi bilir, aydındır, nurludur.

Çirkinle güzeli, gözle değil, görünüşle değil akılla ayırt edin.

Göz pislikte biten yeşilliğe aldanır.

Fakat akıl; Onu birde bizim mehengimize vur der. (Mes. 2966-2969)

İşte insanın kendisini tanıması yolunda böyle ışık tutan Mevlana kendisini tarif ederken de:

“Yetmiş iki millet sırrı bizden dinler, biz ney gibiyiz iki yüz mezhep ehli ile bir perdede konuşuruz.”

“Ben hacetler kıblesiyim,
Gönlün kıblesiyim ben.
Ben Cuma mescidi değilim,
İnsanlık mescidiyim ben.”

“Bir canım ama yüz bin bedenim var.
Canım, canına karışmıştır. Birleşmiştir.
Seni incilten herşey beni de inciltir,” demektedir.

Sonra insanlara seslenir:

“Gel, gel yine gel. Her kim olursan yine gel.
Kafir ya mecusi, puta tapan yine gel.
Yoktur kapımızda hiç ümitsizlik bil.
Yüz kere tövbeni bozsan da yine gel.”

Galiba hâlâ bunca yıl sonra, bütün dünyada yol göstericiliği devam eden büyük insanın sırrı yukarıdaki sözlerinde gizlidir.

Hiç eskimeyen ve eskimesi mümkün olmayan satırlarla seslenmiştir, yol göstermeye çalıştığı insanoğluna.

“Ne mutlu o kişiye ki kendi, kendinin ayıbını görmektedir.
Kim ki birisinin ayıbını görürse, o ayıbı kendisinde bulur.
Sen de o ayıp yoksa yine emin olma olabilir ki;
O ayıbı sende yaparsın günün birinde, O ayıp sende de çıkabilir. (Mes, beyit 3037)”

“Akıllı o kişidir ki çekilen beladan, dostların ölümünden ibret alır. Eğer ululanmayı bırakmaz, ibret almazsa, onun azgınlığından başkaları ibret alır. (Mes.beyit3123)”

Mümkün mü bu sözlerin eskimesi, güncelliğini yitirmesi, Kıyamete kadar; insanoğlu var oldukça, üzüntü yok olmayacak, insanoğlu var, oldukça dostları olacak, insanoğlu var, oldukça ölümler yaşanacaktır.

Gene bunlardan ders alanlar olacak. Gene bunlar bir kısım insana hiç bir şey ifade etmeyecektir.

“- Işık görünmeden renk görünmez.
– Her şey zıddı ile anlaşılır.
– Noksanlar kemalin aynasıdır.
– Benliklerinden kurtulanlara, felek de secde eder, ayda, güneş de.
– Okuyan aklı miktarınca anlar.
– Atlaslara, ipliklere bürünen kişinin aklını o atlas, o ipek elbise hiç fazlalaştırır mı?”

Yıllar önce söylenmiş bu sözler bugün taptaze değil mi? Yıllar sonra tazeliğinden kaybeder mi?

İşte yol gösterici galiba böyle olunuyor. Eskimeyen sözleri söyleyebilenler galiba, dünyanın aydınlanmasına yardım edebiliyor.

Şimdi isterseniz biraz da kadınlar için neler söylemiş onu kısaca gözden geçirelim.

Yukarıda bahsetmiştik Mevlana bütün öğretisini insana hitap ederek gerçekleştirmiştir. Bu nedenle onun için asıl olan insandır. İnsanın cinsiyeti, milliyeti yahut dini onu ilgilendirmemektedir. Çünkü bütün insanlar aynı Tanrının kullarıdır.

Bu nedenle Mevlana için kadın öncelikle insandır. O kadını, yaşamın içerisine almaya gayret etmiş ve insanlığın ancak kadınla bir bütün olabileceğini hissetmiştir.

Kadının cemiyet hayatına karışmasından yana olan Mevlana hayatında iki kere evlenmiş ancak hep tek eş ile yaşamıştır. Köle kullanmadığı gibi cariyede kullanmamıştır. İlk eşinin ölümünden sonra ikinci sefer evlenmiş ve bu eşi ile evli iken varlık alemine göç etmiştir.

Mesnevinin 1 nci cildinde bakın nasıl nasihat ediyor.

“Peygamber dedi ki: Kadınlar aklı olanlara, gönül ehli bulunanlara, iyiden iyi üstün olurlar.
Bilgisizlere gelince onlar kadına üst gelirler. Çünkü onlar sert ve kaba muameleli adamlardır.
Onlarda acıma, lütuf, sevgi azdır. Zira yaradılışlarında, tabiatlarında hırçınlık üstündür.

Sevgi ve acımak insanlık vasıflarıdır. Hiddet ve şehvetse insanlık dışı vasıflardır.
Kadın Hak Nurudur. Sevgili değil.
Kadın yaratıcıdır. Adeta yaratılmış değil.”

Hz. Mevlana oğlu Sultan Veledi 10 yıl birlikte sohbet ettikleri Selahaddini Zerkubinin kızı Fatma Hatun ile evlendirmişti.

Bu düğünden dolayı çok mutlu olmuş ve şiirler söylemiştir Düğün sonrası oğlu Sultan Veled’e nasihati ise onun kadına verdiği kıymetin değişik bir yönüdür.

“Bugün sen oğlumuzun nikahında, sana, seni denemek üzere teslim edilen gönül ve gözümüzün aydınlığı, Fatma Hatun’un gözetilmesi için şunu vasiyet ediyorum:

Umulur ki oğlumuz ona haksızlık etmez.
Bir an bile kadının gönlüne; Babamın ölümünden sonra vefasızlık ediyorlar diye bir düşünce girmez.
O öyle bir kadındır ki cevherinin temizliğinden ötürü şikayette bulunmaz sabreder.
Fatma hatunu aziz tutasın, her gün ve geceyi bayram günü ve gecesi bilsin.”

Hz. Mevlana’nın irşadından yararlanmak isteyen devrin kültürlü kadınları, zaman zaman toplanıp kendisini davet ederek sohbetinden istifade etmişlerdir.

Mevlana, ileri dünya görüşü ile kadına layık olduğu gerçek değerin verilmesi için bir psikolog gibi konuyu incelemiş, ve deyişlerinde kadın ruhunun inceliklerine inmeye çalışmıştır.

İşte 700 yılı aşkın bir süre önce FİH-İ MAFİH de söyledikleri bugün bile birçok topluluklarda değişik yorumlara neden olabiliyor.

“Gece gündüz uğraşıyor kadının huylarını güzelleştirmeye çalışıyorsun. Kadının pisliğini kendin ile temizlemedesin;
Kendini onunla temizlersen daha iyi olur.
Çünkü onu da kendin ile beraber temizlemiş olursun.
Kendini onun için temizle; ona doğru git,
Sence olmayacak bir söz bile söylese doğru söylüyorsun de.
Kıskançlığı bırak.

Tanrı Peygambere ince gizli bir yol gösterdi. Nedir o yol? Kadınların cefasını çekmek, olmayacak sözlerini dinlemek, onlara üst olmak, kendi huylarını temizlemek, güzelleştirmek için evlenmek.

Kadın nedir? Dünya ne?

İster söyle, ister söyleme. O neyse odur. Yaptığını bırakmayacaktır O.
Hatta söyledikçe daha beter olur.
Meselâ bir somun al. Koltuğunun altına koy sakla.
Bunu kimseye vermeyeceğim de. Vermeyeceğim; vermek şöyle dursun, göstermeyeceğim de.

Ekmek bolluğundan, ucuzluğundan yerlere dökülüp, saçılmıştır. Köpekler bile yemiyor ama, vermemeye, göstermemeye kalkıştınmı bütün halk ona düşer sakladığın, göstermediğin o ekmeği mutlaka göreceğiz diye yalvarmaya, seni kınamaya, sana sövmeye koyulurlar.

Hele koltuğuna, yenine sakladığın, vermemeye, göstermemeye savaştığın o ekmeğe öylesine düşerler ki bu düşkünlük haddi; sınırı aşar gider. Çünkü “İnsan menedildiği şeye düşer.”

Kadına gizlen diye emredildikçe onda kendini gösterme isteği çoğalır durur.

Halk da da o kadın ne kadar gizlenirse, onu görmek isteği o kadar artar. Şu halde sen oturmuşsun, iki tarafında isteğini kızıştırıyorsun. Sonra da bunu doğru düzen bir iş sayıyorsun. Oysa ki, bu iş bozgunculuğun ta kendisi.

Mayasında kötü bir işte BULUNMAMAK varsa, yapma desende demesen de, iyi huyuna, temiz yaradılışına uyacak ve ona göre hareket edecektir.

Bırak ilgilenme sen. Yok, tersine mayası pisse, gene kendi yolunu tutacaktır. Gerçekten de yapma, etme, görünme demek isteği arttırır sadece, başka şeye yaramaz.”

İşte 700 yıldan uzun bir zaman önce söylenenler, her halde 700 yıl sonra da güncelliği devam edecektir. Erkek, kadın ilişkilerinde toplum ne kadar ilerlerse ilerlesin galiba kıskançlık egosu çok törpülenemiyor.

Her konuya insan boyutundan bakan Mevlana için, hürriyetin de hayatta çok önemli bir yeri var. İnsanlara hürriyetin önemini bu sefer kendi üzerinden şekillendirerek açıklamaya çalışır.

“Alemin bal şerbetinden bana ne,
İşte önümde benim ayran tasım.
Ne malım, mülküm var ne azığım.
Ben gene de senin azığın olsun diye çalışırım.
Senin başını sokacak bir yerin,
Olsun diye bir dikili ağacın.
Ama hürriyeti kulluğa taş çatlasa satmam.”

Yukarıda zıtlıklardan bahsetmiştik; Şimdi sizlere zıtlıklar çerçevesinde, güçlülük, şöhret, iyilik ve kötülükle ilgili sözlerinden bir bölüm nakletmeye çalışacağım. Günümüzdeki geçerliliklerine sizler karar veriniz.

Mesneviden Deyişler:

“- Bilgi, mal, mevki ve hüküm kötü kişilerin elinde fitnedir.

– Bilgisiz, kötü buyruklar veren bir padişah oldu mu, bütün ova yılanlarla, akreplerle dolar.

– Adam olmayanın eline bir mal, bir mevki geçti mi, herkesten önce kendi rezilliğini dileyen kendisi olur.

– Hüküm bir sapığın eline geçti mi, onu mevki sanır, ama gerçekte kuyuya düşmüş demektir.

– Yol bilmeyen kılavuzluğa kalkdımı, kötü ruhu cihanı yakar, yandırır,

– Yokluk yolunun çocuğu pirlik etmeye girişince ardına düşenler, devletsizlik gulyabanisine çatarlar.

– Gel de sana ayı göstereyim der ama, onursuz, pirsiz kendisi hiç ay görmemiştir ki..

Mevlana insanların birliğinden yana çaba sarf etmiş bir düşünürdür, O’nun için insanların din, ırk gibi farklılıkları aynı Tanrının kulu olmak fikrinde erimiştir.

“Biz ayırmak için değil, birleştirmek için geldik.” diyor. Ve devam ediyor.

‘Bir buğday tanesine binlerce harman sığmada…” “Bir canım ama yüz bin bedenim var.”

“Ey dost : Sevgiyle eşsiz, canız seninle. Her nereye ayak basarsan yeryüzü kesiliriz sana.”

İşte bu fikirlerinden hareketle birlik ve beraberlik konusunda Mesnevi de insanlara sesleniyor.

“Hacca gideceksen bir hac arkadaşı ara, ha Hintli olmuş, ha Türk, ha Arap. Şekline, rengine bakma, azmine maksadına bak. Rengi kara bile olsa değilmi ki seninle aynı maksadı güdüyor ona beyaz de.”

“Can bilgiyle, akılla dosttur. Onun Arapçayla, Türkçe ile işi ne.”

“Yüz kitap olsa hepsi bir bab dan ibarettir.
Yüz taraf da tek bir mihraba dönülür.
Yüz binlerce çeşit yemek var. Hepsi de yemek ve bu bakımdan hepside bir.
Hintli, Kıpçak ve Urum ülkesinin halkı ve Habeş hepsi de mezarlarında aynı renkte.
Bütün bu keyfiyetler köpük gibi denizin üstünde oynar durur.”

“Her gün bir yerden göç etmek ne iyi
Her gün bir yere konmak ne güzel,
Bulanmadan, donmadan akmak ne ala,

Her şey dünle beraber gitti, can cazım
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.”

Hayatın devam ettiğine, dinamik olduğuna her gün yenilenmenin gerekliliğine bundan daha güzel söz. bulunabilir mi?

Yukarıda sadece satırbaşlarına değindiğimiz görüşleridir ki O’nu içimizde 729 yıldır, taptaze yaşatmaktadır.

Bakın ne diyor Büyük Sevgi Ustası:

“Şu üç sözden artık değil
Bütün ömrüm,
Şu üç söz.
Hamdım, Piştim, Yandım.”

Tanrıdan dileyelim ki O’nun gibi yanmak mümkün değil, ancak hiç olmazsa O’nca Pişmek nasip etsin.

Yazımı büyük mana taşıyan bir rubaisi ile bitiriyorum.

“Her sırrı bilen o ihtiyar alimden,
Hiç bir şeyi gizlemesin isterdim ben…
Sessizce dün akşam gelerek “SORMA” dedi,
“Söylenmeyecek şeyleri hisset, öğren…”

(312)